Eşitlik

Etiketler

,

Eşitlik şeylerin birbirinden farklı olabileceğini fakat bu farklılık yüzünden farklı muamelelere uğramayacaklarını ileri süren bir fikirdir. Ancak ilerlemiş bir sosyalleşme biçiminde ortaya çıkabileceği için, tarih sahnesine girişi çok erken değildir. Eşitlik fikrinin hemen hemen tüm dünya tarafından kabul edilmesinin gerçekleşmesi için, İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar beklemek gerekti. Diğer insan ırkları ile kesinlikle eşit olmadığını savunan Almanlar ile, demokratik cephenin savaşında, tek parti yönetimleri galip çıksaydı, hiç şüphesiz eşitlik kavramı bugünkü popülerliğinde olmayacaktı.

Antik Yunan’da ortaya atılan eşitlik kavramı, bu dönemde kendisine uygulama alanı bulamadı. Toplum temel olarak asiller ve halk olarak iki eşitsiz topluluktan oluşuyordu ve bu Antik Yunan boyunca hiç değişmedi. İlk tek Tanrı inancını taşıyan Museviler ise, tek Tanrı inançları dolayısıyla Musevilerin Tanrı karşısında eşit olduğu fikrine gelmişler fakat, bu kez de Museviler ve diğer insanlar arasında bir eşitsizlik yerleştirmişlerdi. Aydınlanma ve Fransız Devrimi, bireyin haklarını ön plana çıkarırken, bireyler arasında eşitlik fikrini en güçlü şekilde savundu. Eşitlik fikri ciddi bir ilerleme gösterdi ve uygulamada da kendisine hiç olmadığı kadar yaygın alanlar buldu. Fakat görünüş farklılıkları, halen eşitliğin bozulması için kuvvetli dopinglerdi. Aydınlanma ile birlikte, beklenmedik şekilde ırkçılık gelişti. Irkçılık, farklı fiziksel görünümlerin, insanlar arasında bir hiyerarşi yarattığı fikrine dayanıyordu. Eşitlik nasıl bir fikirden ibaretse, ırkçılık da aynı şekilde bir fikirden ibaretti. Irkçılığın tepe noktası da Naziler ve İkinci Dünya Savaşı oldu.

Bugünkü uygar Avrupa fikrinin eşitlikçi temelleri, ancak Fransa ile Almanya’nın sonunda anlaşması ve yeniden bir dünya savaşının ortaya çıkmaması için birleşmeye karar vermeleriyle oluştu. Fakat bu kez de, AB ile AB’li olmayanlar arasında bir eşitsizlik doğdu. Kısacası eşitlik fikri ilk kez bugün bu kadar popüler oldu fakat, bu haliyle bile hala tam anlamıyla uygulamaya konulamadı. Dahası, bugün AB, daha önce yaşama izni verdiği eski sömürge ülkelerinden gelen farklı etnik uyruklu vatandaşlarına karşı ciddi bir tavır değişikliği içerisinde. Farklı etnisitelerden gelen vatandaşlar ve göçmenler, AB’nin istemediği ve ikinci sınıf olarak gördüğü bir toplululuklar grubu biçiminde algılanıyor. Eşitlik fikri, fikrin sahibi olan kıta tarafından bile uygulamaya konulmuyor.

Eşitlik fikrinin uygulamaya konmasında, aradan geçen binlerce yıla karşın ilerleme sağlanmakla birlikte, tam bir zafer kazanılamamasının nedeni yoksa bu fikrin yalnızca bir zihinsel üretim olduğunu mu gösteriyor? Eşitlik fikri yalnızca belli tarihsel şartlar altında ortaya çıkan ve o şartlar ortadan kalktığında anlamını yitiren bir ideolojik kavramdan mı ibaret? Eğer eşitlik fikri, evrensel bir ilerleme sağlandıkça güç kazanacak bir ortam sağlamıyorsa, öyle görünüyor ki kavram yakın bir gelecekte Batı dünyasında da tartışmaya açılacak ve içeriğinin yeniden tanımlanmasına çalışılacak.

Farklılıklar, iki varlık arasında gerçekten de bir eşitsizliğe neden oluyorsa, eşitlik kavramı bugüne kadar zayıf olanları korudu demektir. Bu nedenle olası yeni değerlendirmeler, zayıf olanlar üzerinde yeni baskılar yaratacak gibi görünüyor.

Atatürk 1905 Yılında İşkence mi Gördü?

Etiketler

, , , ,

Yirminci yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı İmparatorluğu çeşitli açılardan yıpranmış, geçmişe göre mutlak anlamda ilerleme göstermiş olsa da, Avrupa’ya karşı göreceli olarak geride kalmış, ömrünü tamamlamaya yüz tutmuş bir devletti. Devlet, varolan geniş topraklarına karşın, bu toprakları etkin bir şekilde yönetebilmesi için gereken iletişim ve ulaşım alanlarında yeterli donanımı gerçekleştirememiş, bu nedenle de giderek hantallaşmıştı. Sanayi devrimi ıskalanmış, düşünsel anlamda da fikir çeşitliliği sağlanamamıştı. İmparatorluğun elinde, nüfusuna oranla yetişmiş insan sayısı da çok azdı. Bu kadrolar ise çok büyük ölçüde programları Batı’dan devşirilen ve öğretim üyeleri olarak da zaman zaman Avrupalıların kullanıldığı Askeri okullar ile Tıp okullarından yetiştiriliyordu. Batılılaşma hareketi, İmparatorluğun seçilmiş çocuklarına öğretilirken, ülkenin gerçekleri bu yeni yetişen kadroların zihinleri ile uyumsuzluk gösteriyordu. Kısacası İmparatorluk, kendisini yenileyebilmek için yeni insan yetiştirme yöntemleri uyguluyor, fakat yetişen kişiler imparatorluğu yenilemeden, keskin devrimler gerçekleştirmeyi anlıyorlardı. Yani imparatorluk elinde olmadan, kendi kendisini lağv ediyordu.

Selanik’li Mustafa Kemal (Atatürk) de, pek çok sınava girmiş ve İmparatorluğun yenilikçi askeri okullarından birer birer başarıyla mezun olmuştu. Bununla birlikte siyasal anlamda imparatorluk ile ters düşen askerler arasında yer alıyordu. Daha Harbiye’nin üçüncü sınıfındayken, çıkarmaya başladığı Padişah aleyhtarı gazete, Saray’ın kulağına kadar gitti ve Harbiye Müdürü Rıza Paşa bu mesele yüzünden Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa’dan ciddi bir azar işitti ve sadakatsizlikle suçlandı.[1] Buna rağmen Rıza Paşa, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını okuldan atmadı.

Yüksek notlarla Harbiye’yi bitiren Mustafa Kemal, yalnızca en iyi öğrencilerin kabul edildiği Harp Akademisi’ne girmeye hak kazandı. Harp Akademisini, kimi araştırmacılara göre Aralık 1904’te, kimi araştırmacılara göre ise Ocak 1905’te tamamlayan Mustafa Kemal, Kurmay Yüzbaşı rütbesini aldı ve atanmasını beklemeye başladı.[2] Mezun olan diğer arkadaşlarıyla birlikte atamalarını beklerken, ortaklaşa Sirkeci ya da Beyazıt civarında bir apartman dairesi kiralayarak burada buluşmaya başladılar.[3] Bir süre sonra aralarına Fethi adında bir Saray casusu sızdı.[4] Fethi, yeni mezun subayların yaptıkları toplantılarda dile getirdikleri konuları ve amaçlarını Saray’a düzenli olarak raporluyordu. Zaten Harbiye yıllarında çıkardıkları gazete yüzünden mimli olan bu subaylar ve önderleri Mustafa Kemal, Fethi’nin verdiği raporlar doğrultusunda iki gün içerisinde daha atamaları gerçekleştirilmeden bir bir tutuklandılar.[5] Tutuklanan Mustafa Kemal ve 11 subay arkadaşı Kızıl Zindan’a götürüldüler.[6] Sultan Abdülhamit’e suikast düzenlemekle suçlanıyorlardı.[7]

Kızıl Zindan, ismini kırmızı tuğlalarından alan, İstanbul’un korku saçan bir tutukeviydi.[8] Halk arasında Kızıl Zindan olarak bilindiği kadar, Bekirağa Bölüğü ismiyle de tanınırdı. Beyazıt’ta, Osmanlı döneminde Harbiye Nezareti olarak kullanılan, bugünkü İstanbul Üniversitesi Merkez Binasının avlusunda yer alan tutukevi, yalnızca siyasi suçlular ile askeri tutukluları ağırlardı. Resmi adı İstanbul Muhafızlığı Dairesi idi. İşkence usulleriyle ünlü bu tutukevini 1887’den sonra yönetmeye başlayan Selim Bey, işkence yaptığı kişilerin ayak tırnaklarını söktüğü için “Tırnakçı Selim” olarak adlandırılmıştı.[9]

Grubun lideri Mustafa Kemal olduğu için, tutuklananlar arasında en tehlikeli kişi olarak görülüyordu. Bu yüzden tek kişilik bir hücreye kondu.[10] Tutukluların akibeti ile ilgili bir sürü söylenti vardı. “Kimileri, mahkumlara işkence yapıldığını, kurbanların ıstıraplı çığlıkları yüzünden yakın çevrede oturanları uyku tutmadığını söylüyordu.”[11] Kimileriyse mahkumlara “ipek ip” verildiğini söylüyordu. İpek ip sultanın onurlandırmak istediklerine verdiği hediyeydi. Onurunu kırmak istediği insanlar ise asılıyordu. Onurlandırmak istediklerine ipek ipi verme sebebi, kendilerini asmalarıydı.

“Bu korkunç evdeki tutuklular duruşmaya çıkmıyordu. Onlar en büyük yargıç olan sultanın kişisel tutuklularıydı. Komutan Mustafa da halk huzurunda mı idam edilecekti?”[12] Bu tutukevinden çok az kişi sağ çıkmıştı.[13] Eğer Sultan onu suçlu bulursa, herhangi bir mahkemeye gerek kalmadan muhtemelen boğulacak[14] “ya da Padişahın mükemmel bir hale getirdiği işkence sanatlarına maruz kalacaktı.”[15] Özetle “Yıldız’da kullanılan usuller biliniyordu ve gecenin birinde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam edilmesi işten bile değildi.”[16] Durumları hiç de iç açıcı görünmüyordu ve bekleyebilecekleri en hafif ceza ordudan kovulmalarıydı.[17]

Mustafa Kemal ile birlikte tutuklananlar arasında Ali Fuat Cebesoy da vardı. Babası bir Paşa olan Ali Fuat Cebesoy, konumlu bir aileden geldiği için, onu tutuklayan ve sorgulayan Paşa’ları daha önceden tanıyordu. Ali Fuat Cebesoy, tutuklanma ve sorgulanma anlarını  anılarında ayrıntılı bir biçimde kaleme almıştır. Buna göre Ali Fuat Cebesoy’u tutuklayan kişi, dönemin baş hafiyelerinden birisi olan Eczacıbaşı Ahmet Refik Paşa’dır. Bu Paşa, Ali Fuat Cebesoy’un büyükannesinin ahretliği Munise Hanım’ın oğludur.[18] Ahmet Refik Paşa, Ali Fuat Cebesoy’un büyükannesi tarafından yetiştirilmiştir ve kendisini Ali Fuat’ın ailesinin bir üyesi olarak tanımlamaktadır.[19]

Ali Fuat’ı tutuklayan Ahmet Refik Paşa, onu sorgulanmak üzere Saray’a getirir ve Kabasakal Mehmet Paşa’ya teslim eder. Kabasakal Mehmet Paşa da Ali Fuat’ı tanımaktadır. Ali Fuat’a ilk sorusu da şu olur: “İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil mi?”[20] Dolayısıyla Ali Fuat Cebesoy’u hem onu tutuklayan Ahmet Refik Paşa, hem de onu sorgulayan Kabasakal Mehmet Paşa tanımakta ve onun bir Paşa’nın oğlu olduğunu da bilmektedirler. Dahası Ahmet Refik Paşa, kendisini Ali Fuat’ın ailesinin bir ferdi olarak görmektedir. Bu tanışıklıklara ve arada bir Paşa babanın bulunmasına karşın, sorgu bakın nasıl da çetin geçiyor. Ali Fuat Cebesoy’un anılarından doğrudan aktarıyorum:

“Eczacıbaşı Refik Saray’da beni Kabasakal Mehmet Paşa’nın odasının yanındaki odaya bıraktı. (…) Bir süre odada yalnız kaldım. Yanımdaki odadan bazı sesler ve gürültüler geliyordu. Belki benden önce gelen veya zorla getirilen arkadaşlara zulüm yapıyorlar diye düşündüm. Acaba bunların arasında Mustafa Kemal de var mıydı? Gürültüler sona ererken içeriye bir perde çavuşu girdi, selam vermek gereğini bile duymadan: [Sf.94] “Buyrun Paşa Hazretlerinin yanına gideceğiz.” (…)

Birden kendimi Kabasakal Mehmet Paşa’nın huzurunda buldum. Beni hemen tanıdı. “İsmail Fazıl Paşa’nın oğlusunuz, değil mi?” (…) “Herşeyi olduğu gibi anlatacağınızı Padişah Efendimiz’e olan bağlılığınızdan beklerim.” dedi. (…)

Ne söylesem boştu. Sözlerimin yelpaze sakallı paşa üzerinde hiçbir etkisi olmadığını görüyordum. Zaten beni çok konuşturmadı: “Doğruyu söyleyecek misiniz, söylemeyecek misiniz, önce buna yanıt verin. Yoksa ben şiddet kullanmasını da bilirim.”

(…) Paşa, oturduğu masadan öfkeyle kalktı, zile bastı. İçeriye uzun boylu, güçlü iki perde çavuşu girdi. Ben ne olacak diye bakıyordum. Kabasakal Mehmet Paşa masanın altından uzun bir değnek aldı ve çavuşlara: “Yüzbaşıyı çeviriniz, dayak cezası uygulayacağım.””[21]

Ali Fuat Cebesoy’un anılarından anlaşıldığı üzere, Ali Fuat tutuklanan grubun lideri olmamasına ve bir Paşa oğlu olmasına karşın sorguda işkence ile konuşturulmaya çalışılmıştır. Oysa tutuklanan grubun lideri olan Mustafa Kemal, hem lider olması dolayısıyla daha tehlikeli bulunuyordu, hem de kendisini koruyup kollayacak bir Paşa babadan mahrumdu. Mustafa Kemal kimsesizdi ve tüm grubun beyni olarak görüldüğünden kendisini çok daha çetin bir sorgulama bekliyordu.

Benzer bir kanı Ali Fuat Cebesoy’da da vardır ve dikkat edilirse, yukarıda alıntılanan bölümde, Ali Fuat ilk paragrafta yan tarafındaki odadan işkence sesleri geldiğini söyler ve yan odadaki kişiler arasında Mustafa Kemal’in de olabileceğini aklından geçirir. Zira sorgudaki kişiler işkenceden geçirilmektedir.

Bu konuyla ilgili olarak doğrudan yazan araştırmacılar da vardır. Dietrich Gronau, Türkçe’ye de çevrilmiş olan kitabında, tutukluların sorgulama sırasında dayak olaylarına maruz kaldıklarını aktarmıştır.[22] Yine Orga&Orga, Mustafa Kemal’in iğrenç bir hücrede haftalarca yarı aç şekilde, ölüm tehditleri altında fiziksel cezalandırmalara uğradığını anlatır.[23] Atatürk üzerine en iyi biyografi olarak kabul edilen Lord Kinross da kitabında Mustafa Kemal’in sorgu sırasında epeyce hırpalandığını yazar.[24]

Şimdi kısaca toparlamaya çalışıp, durumu bir gözden geçirelim. Mustafa Kemal Harbiye yıllarında başarılı bir öğrencidir fakat “Vatan” adında muhalif bir grup kurmuştur ve bu grupla birlikte bir korsan gazete yayınlayarak Padişah ve Saltanat aleyhindeki yazıları Harbiye’de dağıtmaktadır. Saray’a giden jurnaller sayesinde, daha sonra Mustafa Kemal’in sorgusunu gerçekleştirecek olan Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa bu gelişmelerden haberdar olur. Bunun üzerine Harbiye Müdürü Rıza Paşa’yı acil Saray’a çağırtır ve ona hakaretler ederek sadakatsizlikle suçlar. Rıza Paşa’nın okuldaki müdahalesi üzerine Mustafa Kemal gazete çıkarmayı sona erdirir fakat artık Saray’da mimlenmiş bir kişi olmuştur.

Mustafa Kemal Harbiye’yi bitirip, Harp Akademisi’ne geçer ve buradan da mezun olur. Bununla birlikte yaptığı konuşmalar ve sohbetler yüzünden Saray kendisine halen şüpheyle yaklaşmaktadır. Mezuniyetin ardından, atamaları beklerken, Vatan grubu ile bir apartman dairesi kiralayıp, burada Saltanat ve Padişah karşıtı planlar yapan Mustafa Kemal, aralarına sızan Fethi adlı bir Saray casusu tarafından bir kez daha ihbar edilir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının suçlandığı konu bu kez yalnızca entelektüel bir direnişten çok daha ağır bir meseledir: Vatan grubu ve lideri Mustafa Kemal, Sultan Abdülhamit’e suikast düzenlemekle itham edilmektedir. Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde Padişah’ı öldürmeye girişmekten daha ağır hiçbir suç yoktur.

Bu nedenle sorgulamaları Saray’da yapılır, işkence yöntemleri ile ünlü olan Kızıl Zindan’a kapatılırlar. Bu sorgulama sırasında, babası Paşa olan bir şüpheliye bile işkence uygulanmak istenir. Üstelik bu kişi grubun lideri bile değildir. Dahası bu kişi, kendisinden başka kişilere de işkence yapıldığını kendi kulaklarıyla duymuştur. Kendisini koruyacak kimi kimsesi olmayan Mustafa Kemal ise Vatan grubunun lideridir ve bu nedenle daha tehlikeli bulunarak, aynı bir hücreye konmuştur. Sorgulaması da herkesinkinden daha uzun sürmüştür. Bu sorgunun diğer sorgulananlardan daha kanlı olacağı da şüphesizdir. Zaten bu olguyu dile getiren kaynakları da yukarıda verdim.

Bu tutuklama ve sorgulama esnasında, ilginç olan şey Mustafa Kemal ve arkadaşlarının işkenceye uğraması değil – zira o dönemdeki mevcut şartlar altında bu çok normal karşılanan bir durumdu -, bu kadar ağır bir suçlamaya rağmen nasıl olup da yalnızca Şam’a sürgün edilerek ucuz kurtulduklarıdır. Görünen o ki, Abdülhamit sorgulamayı gayet ciddiye almıştı. Zira henüz Atatürk’ün de hayatta olduğu dönemde yazılan bazı kaynaklarda, Padişah’ın bizzat sorguları yan odadan dinlediği aktarılmıştır.[25]

Bu suçlamanın yalnızca bir sürgün cezasıyla atlatılabilmesinin birkaç nedeni var. Bunların ilki, Harbiye Müdürü Rıza Paşa’nın, öğrencilerini sonuna dek savunmasıdır. Hatta Rıza Paşa’nın savunması olmasaydı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının ölüm cezasından kurtulmalarının imkansız olduğunu iddia eden çalışmalar yayınlanmıştır.[26] Müdür Rıza Paşa’nın öğrencilerini savunması ise onun saltanat karşıtlığından değil, kendi sorumluluk alanından böyle bir tehlikenin doğmadığını göstermeye çalışmasından ileri gelmektedir. Zira Rıza Paşa bu olaydan birkaç yıl önce Nazır Zülüflü İsmail Paşa tarafından Mustafa Kemal ve arkadaşları için sertçe uyarılmış ve Padişah’a olan bağlılığı sorgulanmıştı. Rıza Paşa o zaman cezalandırmadığı öğrencilerini tehlikesiz olarak addetmişti. Şimdi onların büyük birer tehdit olduğunu kabul etmesi demek, geçmişte görevini layıkıyla yerine getirememiş olduğuna delalet edecekti.  Bu da onu Padişah önünde suçlu konuma düşürüyordu. Bu nedenle Rıza Paşa, tüm soruşturma boyunca öğrencilerini sonuna değin korumuş ve savunmuştur.

İkinci neden daha pratik bir sebepten kaynaklanıyor. İmparatorluk her açıdan olduğu gibi, askeri açıdan da çok zor durumdaydı ve iyi yetişmiş subay eksikliği en önemli gediklerden birisiydi. Mustafa Kemal’in Harp Akademisi’nden mezun olduğu yıl, Akademi sadece 37 mezun verebilmişti ve bunların yalnızca 13’ü kurmay subaydı. Yıllardır üzerilerine pek çok maddi ve manevi yatırım yapılan bu subayların tam mezun olur olmaz 12’sinin idamını gerçekleştirmek ülkeyi büyük zarara uğratmak anlamına geliyordu. Şimdiye değin yapılan yatırımlar bir yana, ordunun çok acil iyi yetişmiş, okullu subaylara ihtiyacı vardı ve 12 kişilik bu ülkenin en iyi eğitimli subaylarını tek kalemde ortadan kaldırmak pek mümkün görünmüyordu.

Üçüncü neden ise, Abdülhamit’in denge siyasetinden kaynaklanmaktadır. Mustafa Kemal ve grubunu ilk keşfeden kişi olan Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa – ki Mustafa Kemal’in sorgusunu da bizzat kendisi gerçekleştirmişti[27] – Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kesinlikle ordudaki herkese ibret olacak şekilde cezalandırılmaları gerektiğini savunuyordu.[28] Bu durum Harbiye Müdürü Rıza Paşa ile Harbiye Nazırı Zülüflü İsmail Paşa arasında ciddi bir fikir ayrılığına neden oluyordu Daha önce, amcası Abdülaziz’in, ordu komutanlarının uyumlu çalışması ve güçlerini birleştirmeleri sonucu tahttan düşürüldüğünü gören Abdülhamit, Paşalar arasındaki fikir ayrılıklarını beslemeyi uygun buluyor ve bu çatışmaların, Paşaların kendisine karşı birleşmesini engellediğini düşünüyordu. Bu nedenle hem iki Paşa’nın da söylediğini yapmayarak, hem de iki Paşayı da incitmeden, ama birini diğerine tercih ettiği izlenimini de vermeksizin, ortalama bir çıkar yol buldu. Yeni mezunları Zülüflü İsmail Paşa’nın söylediği gibi askerlikten kovmadı ya da idam ettirmedi fakat, Rıza Paşa’nın da söylediği gibi İkinci veya Üçüncü Ordu’lara yani Makedonya’ya da göndermedi.

Mustafa Kemal ve arkadaşları, Padişah’ın iradesiyle “kolayca bir vasıta bulup geri dönemeyecekleri bir yere gönderilmeleri” kaydıyla sürgün olarak Şam ve Beyrut’a gönderildiler.[29] Böylece hem yeni mezun parlak subaylara yeni bir şans veriliyor, hem de Paşalar arasındaki denge gözetiliyordu. Eğer yeni mezun subaylar orduya ayak uyduramaz ve yıkıcı faaliyetlere devam ederlerse, nasıl olsa derhal yok edilmeleri mümkündü. Padişah’ı ortadan kaldırmak suçu gerekçesiyle tutuklanıp, sorgulanan ve sorgulama sırasında dönemin şartları gereğince sert müdahalelere ve fiziksel işkenceye maruz kalan bu subayların, başlarından geçenlerden sonra uslanacakları düşünülüyordu fakat “Vatan” grubu zannedilenden çok daha mücadeleciydi. “Vatan”ın o günkü lideri Mustafa Kemal, sorgulanışından tam 18 yıl sonra hem Padişahı hem de saltanatı yıkacak, Osmanlı İmparatorluğunu sona erdirecek ve yepyeni bir ülke kuracaktı.

 

 

KAYNAKÇA

 

Armstrong, H.C. (1996) Bozkurt, Arba, İstanbul
Arsan, N. (1989) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 3, Ankara, AKDTYK
Atay, F.R. (1966) Babanız Atatürk, İstanbul, Yayınevi Yazmıyor
Atay, F.R. (2010) Çankaya, Pozitif, İstanbul
Aydemir, Ş.S. (2009) Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt I, Remzi, İstanbul
Benoist-Méchin (1999) Mustafa Kemal, Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi, Ankara
Cebesoy, A.F. (Tarihsiz) Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılâp, İstanbul

Charles H. Sherrill (1934) A Year’s Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scribner’s Sons, New York

Committee, (1961) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Founder of the Turkish Republic, Turkish Ministry of Press Broadcasting and Tourism, Ankara
Erden, A.F. (1952) Atatürk, Burhanettin Erenler, İstanbul
Foot, M. (1938) “Out of Stamboul’s Red Gaol the leader came” Evening Standard, Friday, November, 11
Froembgen, H. (1937)  Kemal Ataturk, A Biography, (Translated from German by Kenneth Kirkness) Hilman-Curl Inc. New York
Glasneck, J. (1976) Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur, Ankara
Grassi, F.L. (2009) Atatürk, Turkuvaz, İstanbul
Gronau, D. (1994) Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu, Altın Kitaplar
Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul
Kolektif (1995) Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt II, Tarih Vakfı, İstanbul
Lengyel, E. (1962) They Called Him Ataturk, The John Day Company, New York, 1962
Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara
Macfie, A.L. (1994) Atatürk, Longman, New York
Mango, A. (2000) Atatürk, Sabah, İstanbul
Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London
Mütercimler, E. (2009) Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal, Alfa, İstanbul
Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London
Sperco, W. (2001) Mustafa Kemal Atatürk 1881-1938, Bilgi, Ankara
Su, M.K. (1981) En Büyük Türk’ten Bize, İnkılap ve Aka, İstanbul
Şakir, Z. (1938) Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul
Tan, M.T. (1937) Atatürk, Kanaat Kitabevi, İstanbul
Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara
Volkan, V. & Itzkowitz, N. (1984) The Immortal Atatürk, A Psychobiography, The University of Chicago Press, Chicago
Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul
Yalman, A.E. (1922) Vakit, 10 Ocak

[1] Cebesoy, A.F. (Tarihsiz) Sınıf Arkadaşım Atatürk, İnkılâp, İstanbul, sf.59,60

[2] Erden, A.F. (1952) Atatürk, Burhanettin Erenler, İstanbul, sf.9; Grassi, F.L. (2009) Atatürk, Turkuvaz, İstanbul, sf.43; Mango, A. (2000) Atatürk, Sabah, İstanbul, sf.55; Sperco, W. (2001) Mustafa Kemal Atatürk 1881-1938, Bilgi, Ankara, sf.20

[3] Mütercimler, E. (2009) Fikrimizin Rehberi Gazi Mustafa Kemal, Alfa, İstanbul, sf.119; Volkan, V. & Itzkowitz, N. (1984) The Immortal Atatürk, A Psychobiography, The University of Chicago Press, Chicago, sf. 50; Macfie, A.L. (1994) Atatürk, Longman, New York, sf.22; Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara, sf.21

[4] Şakir, Z. (1938) Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul, sf.32; Froembgen, H. (1937)  Kemal Ataturk, A Biography, (Translated from German by Kenneth Kirkness) Hilman-Curl Inc. New York, sf.55; Arsan, N. (1989) Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri Cilt 3, Ankara, AKDTYK, sf.42; Committee, (1961) Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Founder of the Turkish Republic, Turkish Ministry of Press Broadcasting and Tourism, Ankara, sf. 16

[5] Atay, F.R. (2010) Çankaya, Pozitif, İstanbul, sf.37; Yalman, A.E. (1922) Vakit, 10 Ocak

[6] Armstrong, H.C. (1996) Bozkurt, Arba, İstanbul, sf.11; Şakir, Z. (1938) Atatürk, Büyük Şefin; Hususi-Askeri-Siyasi Hayatı, Ülkü Basımevi, İstanbul, sf.35

[7] Aydemir, Ş.S. (2009) Tek Adam Mustafa Kemal, Cilt I, Remzi, İstanbul, Sf.80; Cebesoy, A.F., a.g.e., sf.90

[8] Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul, sf.70

[9] Kolektif (1995) Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, Cilt II, Tarih Vakfı, İstanbul, sf.126-129

[10] Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London, sf.22

[11] Lengyel, E. (1962) They Called Him Ataturk, The John Day Company, New York, 1962, sf.40

[12] A.g.e.

[13] Glasneck, J. (1976) Kemal Atatürk ve Çağdaş Türkiye, Onur, Ankara, sf.26; Walker, B.K. & Erol, F. & Erol, M. (1981) Özgürlük İçin, Mustafa Kemal Atatürk’ün İlk Yılları, Redhouse, İstanbul, sf.70

[14] Benoist-Méchin (1999) Mustafa Kemal, Bir İmparatorluğun Ölümü, Bilgi, Ankara, sf.76,77

[15] Foot, M. (1938) “Out of Stamboul’s Red Gaol the leader came” Evening Standard, Friday, November, 11

[16] Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, sf.36

[17] Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London, sf.43

[18] Cebesoy, A.F. a.g.e., sf.90

[19] A.g.e., sf.91

[20] A.g.e., sf.94

[21] A.g.e., sf.93,94

[22] Gronau, D. (1994) Mustafa Kemal Atatürk ve Cumhuriyetin Doğuşu, Altın Kitaplar, sf.51

[23] Orga, I. & Orga, M. (1962) Atatürk, Michael Joseph, London, sf.22

[24] Kinross, L. (1967) Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sander, İstanbul, sf.47

[25] Tan, M.T. (1937) Atatürk, Kanaat Kitabevi, İstanbul, sf.18

[26] Su, M.K. (1981) En Büyük Türk’ten Bize, İnkılap ve Aka, İstanbul, sf.16

[27] Charles H. Sherrill (1934) A Year’s Embassy to Mustafa Kemal, Charles Scribner’s Sons, New York, sf.26; Cebesoy, A.F. a.g.e., sf.95,96

[28] Mikusch, V.D. (1931) Mustapha Kemal, Between Eurpoe and Asia, (Translated by Linton, J.) William Heinemann Ltd, London, sf.43; Villatta, J.B. (2000) Atatürk, TC Kültür Bakanlığı, Ankara, sf.36

[29] Lütem, İ. (2002) Mustafa Kemal Atatürk, 57 Yılın Öyküsü, Kendisi, Avrasya-Bir Vakfı, Ankara, sf.21; Atay, F.R. (1966) Babanız Atatürk, İstanbul, Yayınevi Yazmıyor, sf.15

Genç Mustafa Dolayısıyla 4,5 Yıl Hapisle Yargılanıyorum.

Etiketler

, , , ,

Bugün sözü Orhan Pamuk‘a bırakıyorum..

“Atatürk hakkında yakın çevresi ve arkadaşları tarafından yazılmış kitapları çocukluğumda çok severek okumuştum. Atatürk’ü tanıyıp gerçekten sevenlerce yazılmış bu kitapların aksine, ondan sonraki kuşakların Atatürk hayali, onun insani yanlarını görüp yazmamızı engelleyen yasaklar yüzünden otoriter bir üstün insan hayaline dönüştürülmüş, itibarılı adı çoğu zaman siyasal baskı ve yasakları meşrulaştırmak için kötüye kullanılmıştır. Bugün Türkiye’de uygulanan yasaklar yüzünden Atatürk’ten bir romanda normal bir insan olarak söz etmek ya da onun inandırıcı bir biyografisini yazıp mahkemeye düşmemek imkansızdır.”
 
Orhan Pamuk, Manzaradan Parçalar, s.117

Avusturyalı Edebiyatçı Thomas Bernhard Üzerine

Etiketler

, , , ,

Thomas Bernhard’ın yaşamı gayrı meşru bir doğumun utancı, onu hor gördüğünü asla saklamayan bir anneyle geçen çocukluk yılları, kendisini defalarca ölümün kıyısına getiren fiziksel hastalıkları ve yanlış bir hekim teşhisi sonucu çok sevdiği büyükbabasının kaybı gibi yinelenen talihsizliklerle çizilmişti. Avusturyalı bir anne ve babanın kanını taşımasına karşın, evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya geldiği için, Avusturya’daki toplum baskısından kaçan annesi, onu Hollanda’nın Heerlen kentinde, bu tür doğumların yapıldığı bir manastırda doğurdu. Ancak Bernhard daha sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanında, Avusturya’da büyüdü.[1]

On bir yaşında 1942’de Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir yatılı liseye verilen Bernhard, bu kentteki öğrenimi boyunca müzik estetiği, keman ve şan dersleri aldı. 1940’ların sonunda ömrü boyunca yakasını bırakmayacak olan akciğer hastalığına tutuldu ve Grafenhof Sanatoryumunda tedavi gördüğü iki yıl süresince ardı ardına önce yaşamında en çok sevdiği kişi olan dedesini, bir yıl sonra da annesini kaybetti. Tedavisinin ardından Sanatoryumdan çıktığında artık genç bir gazeteciydi.

Basılan ilk önemli eseri Auf der Erde und in der Hölle (Dünyada ve Cehennemde) adlı şiir kitabıydı ve bu eser 1957’de piyasaya sürüldü. Ancak Bernhard’ın yazar olarak geniş bir okuyucu çevresi tarafından kabul ve takdir edilişi 1963 ilkbaharında yayınlanan ve ilk romanı olan Frost (Don) ile gerçekleşti. Don yayınlandığında Bernhard Viyana’da teyzesinin yanında kalıyor ve inşaatlarda çalışıyor, çukur kazıyor, kamyon şoförlüğü yapıyordu. Bu çalışma eleştirmenlerce önemli bir edebiyat yapıtı olarak değerlendirildi ve Bernhard bu romanıyla Bremen Özgür Şehri Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Bu ödülden kazandığı paraya, yayıncısından aldığı miktarı ekleyen Bernhard yukarı Avusturya’da bir çiftlik evi satın aldı ve sık sık gerçekleşen yurtdışı gezileri dışında, yaşamının çoğunu romanında bahsettiği Avusturya kırsalındaki yalıtılmış bölgelerden biri olan bu çiftlik evinde geçirdi. Bununla birlikte Viyana’yla olan bağlantısını da hiç koparmadı. Düzenli ve sık aralıklarla Viyana’yı ziyaret etti ve yaşamı kırsalla şehir arasındaki bu gidiş gelişler arasında geçti. Bulunduğu yerden memnun olmama ve devamlı olarak bulunduğu yeri terk etme isteğine karşı koyamıyordu. Kırsaldan sıkıldığında Viyana’ya kaçıyor, oradan sıkılır sıkılmaz, çiftlik evine geri dönüyordu. İkisine de gidemeyeceğini anladığında –ki bu sık gerçekleşiyordu, kendisini Avusturya sınırları dışına atıyordu. Kitaplarını da bu kaçışları esnasında yazardı. Bir röportajında şöyle der: “Kitaplarımın her biri farklı yerlerde yaratılmıştır. Viyana’da, Brüksel’de, Yugoslavya’da herhangi bir yerde, Polonya’da. Aklımda bir yazı masası hiç olmadı. Ayrıca çok gürültülü ortamlarda yazdım. Ne bir vinç, ne gürültülü bir kalabalık, ne korna çalan bir tramvay, ne bir çamaşırhane ne de bir kasap beni rahatsız etti. Her zaman dilini bilmediğim bir ülkede çalışmaktan hoşlandım. Bu hep teşvik edici olmuştur.”[2]

Bernhard yurt dışına kaçışlarında, ününü de beraberinde taşıdı. Başarısı Avusturya ve Almanya sınırlarını kolayca aşan Bernhard, özellikle kıta Avrupa’sının Latin ülkelerinde çok canlı bir ilgiyle karşılandı. İtalya, İspanya ve Fransa’da, Almanca çıkmış her kitabı çarçabuk çevrildi. Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki etkisi muazzam oldu ve Slav edebiyatında büyük kabul gördü.

Bernhard yaşamı boyunca hatırı sayılır derecede yapıt verdi. Dokuz büyük roman, beş uzun öykü, dört ciltlik kısa öyküler, iki ciltlik kısa nesir, beş ciltlik bir özyaşamöyküsü, on sekiz sahne oyunu, birkaç tane kısa oyun, üç cilt şiir ve birçok röportaj. Üstelik Bernhard’ın bastırmamış olduğu yapıtları da hemen hemen basılmış olan yapıtlarına eşitti.

Bu yapıtlar ona 1964’te Julius Campe Ödülünü, 1965’te Bremen Edebiyat Ödülünü, 1968’de Avusturya Devletinin Ödülüyle Anton Wildgans Ödülünü, 1970’de Alman Dil ve Edebiyat Akademisinin Georg Büchner Ödülünü, 1972’de Franz Theodor Csokor Ödülünü ve Adolf Grime Ödülünü, 1974’te Hannover Tiyatro Ödülünü ve Prix Seguier’i, 1976’da da Avusturya İktisatçılar Birliğinin Edebiyat Ödülünü kazandırdı.

İki kez Alman PEN Kulübü tarafından Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi ancak ödülü alamadı. Bununla birlikte Nobel Edebiyat Ödülünü reddetmek için seve seve almak istediğini açıkladı.[3]

Bernhard 1989’da 57 yaşında üzerine çok düşündüğü ve tüm kitaplarında işlediği ölüme kavuştu.

*              *             *

Kimliğini taşıdığı toprakların onu daha doğumundan itibaren başlayan ahlaki reddine, Bernhard tamamıyla aynı şekilde karşılık verdi ve bu cevabın keskinliğini ölümüne dek azaltmadı. Ölümünden iki gün önce yazdığı vasiyetnamesinde yaşarken yayınlamış olduğu ve öldükten sonra geride bırakacağı herhangi bir çalışmanın yasal telif hakları geçerliliğini koruduğu sürece Avusturya devletinin kabul görmüş sınırları içerisinde sahnelenmesini, yayınlanmasını ve seyirci önünde okunmasını yasaklamış, Avusturya devletiyle hiçbir işinin olmasını istemediğini, kendisini ilgilendiren işlere bu devletin burnunu sokmasına dayanamadığını ve bu yüzden de kişiliğine ve yapıtlarına el atmasına da sonsuza değin karşı çıktığını yazmıştı.[4] Bununla birlikte Bernhard’ın karşı çıktığı şey yanlıca Avusturya devleti değildir.

Bernhard’ın romanları, bilindik romana hem biçem, hem de içerik açısından bir başkaldırıdır, geleneksel romanın hiçlenişidir. Avusturyalı bu özgün yazarın romanlarında okuyucu bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılır: güzel bir öykü yoktur, görkemli bir son yoktur. En geleneksel kurallar olan olayların gelişme örgüsü ile paragrafsal ve bölümsel parçalamalar yani pozitivist bir kurgu Bernhard’da tamamen yok edilir. Bernhard hiç paragraf kullanmaz ve romanlarını çeşitli bölümlere ayırmaz. Her türlü sınıflama ve gruplamayı reddeder, usun eşyayı mantıksal kategorilere ayırmasına bilinçli bir karşı çıkışla yaşamı bir bütün olarak algılar ve tüm bütünü okuyucuya sık geri dönüşlerle bir anda verir. Tüm roman aynı anda her yerden başlar ve aslında her yerde de biter. Bu yüzden Bernhard okuru romana istediği yerden başlayabilir ve istediği sayfaları yer değiştirebilir ve öykü yine de olay örgüsü bağlamında ilk halinden bir şey kaybetmez çünkü romanlarında bir olay örgüsü kurgulanmaz, romanları eylemsizdir.

Bernhard’ın yapıtları aniden biter, açık kalırlar, açıktırlar. Bernhard’ın anlattığı öyküleri başkasına anlatamayız; her anlatı, bizim parçaları bir araya getirme girişimimize direnirler. Bernhard’ın metinleriyle karşılaşan biri, onun yazım biçeminin türdeş olduğu izlenimine kapılacak ve bu nedenle Bernhard’ın farklı kitaplarındaki metinlerin kitaplar arası yer değiştirebileceği gibi, yapıtların içindeki cümleler de yapıt içerisinde sınırsızca yer değiştirebileceği kanısına kapılacaktır. Bununla birlikte onun metinlerinin tekdüzeliği, dikkati yoğun olan bir okuyucu için keşfedilecek bir farklılıklar diyarıdır.

Bir röportajında Bernhard bu tekdüzeliği çok özel yapan şeyi nitelemek için harika bir imge kullanır: “Beyaz bir duvara baktığınızda onun ne beyaz ne de çıplak olduğunu fark edersiniz. Eğer uzun bir süredir yalnızsanız ve yalnızlığa alışmışsanız ve yalnızlığa az çok idmanlıysanız, normal insanlar için (özsel olarak) çıplak olan yerlerde gittikçe farklı şeyler keşfetmeye başlarsınız. Duvarda çatlaklar, ince çatlaklar, engebeli yamalar, böcekler keşfedersiniz. Duvarlarda muazzam bir hareket vardır – gerçekte duvar ve bir kitabın sayfası tamamıyla birbirine benzer.”[5] Bu imgeyi ciddiye almak gerekir: Bernhard’ın metinleri beyaz bir duvardır ve onun çalışmalarını böyle bir tavırla incelemeye çağırılırız, duvardaki yarıkları, ince çatlakları, “muazzam hareket”i keşfeder gibi. Onda renklerin çeşitliliği tek renge indirgenmiştir, fresk silinerek beyaz bir duvarla yer değiştirmiştir ve okuyucu bu yüzden Bernhard’ı okurken beyaz bir zeminle ilgilenmek zorundadır.

Bernhard’ın biçemi bizi özellikle hırpalar çünkü onun düz yazısı gerçekçi metinler için kullandığımız ölçütlerle ölçülemez. Kendisi de metinleri için her fırstta şunu vurgulamıştır: “Benim kitaplarımda her şey yapmadır”. Şeyleri ayırt edilebilir kılmak istediğinden şeylerin biçimlerini bozar, çarpıtır, yani abartırdı. Onun kahramanları her kurumu ve kavramı eleştirirken yerden yere vururlar. Eleştirilen şey daima en çürümüş ve en aşağılık olan şeydir. Bir süre sonra okuyucu bu dünyada en çürümüş ve en aşağılık olmayanın ne olduğunu kendisine sormaya başlar. Bernhard’ın yaptığı şey tam da sürekli abartmakla, gerçekte gerçekliğin ne denli kötü olduğunu gözler önüne sermektir. “Kötü gerçekliğin” yalnızca abartma sanatıyla sergilenebileceğini ve  bunun ayrıca estetik bir duruş olduğunu düşünür. 1986 yılında yazdığı Yok Etme romanında, yaşamı sırasında bastırdığı son büyük yapıtında Bernhard abartma sanatından bahseder ve der ki: “Abartma yeteneğimiz olmasaydı(…)korkunç can sıkıcı bir yaşama mahkum olurduk, artık varolmaya değmeyen bir var oluşa. Ve ben abartma yeteneğimi akıl almaz bir düzeye çıkardım. Bir şeyi anlaşılabilir kılmak için, abartmak zorundayız(…)yalnızca abartma somutlaştırır.”[6]

Bernhard’ın en vurucu biçimsel yeniliklerinden biri, anlatı yöntemi olarak tüm yapıta dağılmış olan tekrarları kullanışıdır. Bernhard’ın metinlerindeki sabır, ifadelerdeki ısrar, tekrarlamalar ve helezonluk, anlatılan süreci ilerletmeye değil, sürecin kendisine geri dönmek üzerine kuruludur. Bu geri dönüşler yani tekrarlamalar üç şekilde incelenebilir. Öncelikle Bernhard öz olarak aynı olan öyküyü her bir romanında tekrar tekrar yeniden anlatır. İkinci olarak, bu romanların tümünde her önemli sözcüğü ya da cümleyi bıkıp usanmadan bir çok kez tekrar eder. Son olarak öyküleri daima asıl karakterin konuşmalarını aynen aktaran başka şahısların ağzından anlatır. Yani kitabın ana anlatıcısı, asıl karakterin söylediklerini tekrar etmiş olur.

Asıl karakterin sözlerini tekrarlayan kişi, yani kitabın ana anlatıcısı, tüm Bernhard romanlarında, asıl karakterin baskın kişiliğiyle iletişim kurarken kendi özgün kişiliğini kaybetme korkusunu sık sık okuyucuya iletir. Tüm kitap baskın karakterle, ondan etkilenen ve yaşamının belli bir döneminde o karakterin etkisine girmiş olan anlatıcı arasındaki rabıta içinde geçer. Bu yüzden aslında tüm Bernhard romanları her seferinde aynı felsefeyi yansıtan bir monologdur.

Bernhard’ın odaklandığı ana karakterler kültürlü, hali vakti yerinde olan, atalarından kalan miras dolayısıyla çalışmak zorunda olmayan ve tüm vaktini kitap okuyarak, yalnız başına yürüyüşlere çıkarak, dünya ve ölüm üzerine düşünerek ve sonra da bu düşüncelerini öykünün anlatıcısı olan kişiye aktaran huzursuz ve insanlardan kaçarak toplum dışı bir yaşam sürdüren kişilerdir.

Bernhard’ın asıl karakterleri kendileri için hem hapishane, hem de bir sığınak anlamı taşıyan kapalı yerlerde yaşarlar. Bu kişilerin kalabalığı, şehir yaşantısını arkalarında bırakıp, buraları terk etmeleri ve tenha, dar vadilere, kıra sığınmaları onların yaşamla olan sorunlarında hemen hiçbir değişiklik yapmaz. Böylece bir yanda iğrenç bir şehir tasavvuru yapılırken, kırsalın da ondan hiç aşağı kalır yanı olmadığı defalarca vurgulanır. İnsanın kaçacak, sığınacak hiçbir yeri yoktur.

Şehri “sakinlerinin kalıtım ya da bulaşma yoluyla kaptıkları ölümcül bir hastalık” olarak betimleyen Bernhard, şehirde yaşayanların eğer doğru zamanda buradan ayrılmayı başaramamaları durumunda, önünde sonunda ya doğrudan veya dolaylı olarak intihar edeceklerini ya da piskoposluk kokan mimarisiyle ve politika ve Katolikliğin ahmakça bir karışımı olan bu ölümcül toprakta yavaş yavaş ve perişan bir şekilde öleceklerini söyler. Ona göre şehre biraz aşina olan herkes bilir ki, yüzeyde o bir hayal ve arzu mezarlığıdır, oysa altı dehşet vericidir.[7]

Şehri böyle tanımlamasına karşın, Bernhard’da şehrin tümleyeni olan köy ve kırsal kesim betimlemeleri de aynı derecede serttir.[8] Üstelik bu saldırı Avusturya şehirlerine olan saldırılarından daha Avusturya karşıtıdır. Çünkü Avusturya geleneksel olarak kendisini güzel doğa çevresiyle tanımlanmış görmek isteyen bir ülkedir. Doğa az çok Avusturya kimliğinin garantörüdür ve bu güzel doğa bu doğal çevrede yaşayan insanların da iyi insanlar olduğunu garanti eder. Bu insanların iyi olmaları kadar da, doğa iyi ve güzeldir. Yani bu döngüsel argümanda doğa, Avusturyalı kimliği için bir tasdik edici konumundadır.

Doğa Bernhard için tek kelimeyle “çürük”tür. Kırsal alanda her şey çürüktür. Kırsal alan insanlarının daha değerli olduklarını kabul etmek büyük bir yanılgıdır. Onlar günümüzün altinsanlarıdır. Genel olarak kırsal alanın kendisi şehirden daha bozulmuş, daha düşkünleşmiş, çok daha düşkünleşmiştir. Fazladan bir döküntüdür kırsal alan nüfusu.[9] Kırsalda yaşayan kişi zamanla aptallaşır, orası tatsız tuzsuz bir yerdir ve yalnızca sağlığa zarar verir.[10]

Alman ve Avusturya edebiyatında mutlu insanların yaşadığı güzel doğa ve köy imajına saldıran Bernhard romantik edebiyatın insanın kirletmediği saflık sembolü olarak ele aldığı doğayı hastalıklı ve çirkin bir dünya olarak resmeder. Böylece insanın kendini kurtarabilmesi için doğaya kaçış da bir çözüm olmaktan çıkar.

Bernhard’da dünyanın tüm huzursuzluklarından, acılarından ve ağrılarından yalnızca tek bir kurtuluş yolu vardır: ölüm…Kendi kendini imha eden dünyada zaten her şey ölüme yönlenmiştir. Bu dünyada varolabilmek demek ise akla aşırı derecede yüklenen bir konsantrasyonla düşünmek, bunun sonucu olarak da giderek insanlardan uzaklaşmak, dayanılmaz bir yalnızlık içinde tükenmektir. Bu insanın düşüncelerini anlatma denemesi, kendisini çok zorlar. Derdini anlatamama, insanın kullandığı kelimelerin bile tahrip aracına dönüşmesine yol açar. Artık iç dünyanın, baskı yapan dış dünyaya karşı ümitsiz direnişi vardır. Bu nedenle Bernhard kahramanlarının ağzından “Doğmak mutsuzluktur(…)yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu.”[11] “Ancak ölüm olabilir, büyük ağrıların sonu. Ölüm her şeyden kurtulmak anlamına geliyor; özellikle kendi kendimden(…)Ölümle yaptığım anlaşma iki taraf için de olabildiğince avantajlı ve mükemmel” gibi sözleri sık sık okuyucuya aktarır.[12]

Bernhard’ın 1968 yılında Avusturya Ulusal Edebiyat Ödülünü kazandığında, ödül töreninde yaptığı ünlü sözleri burada hatırlatmakta yarar var: “Ölüm düşünüldüğünde, geriye kalan her şey saçmalıktır.”[13]

NOTLAR


[1] Thomas Bernhard’ın beş ciltlik özyaşam öyküsünün ilk iki cildi Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz. Bernhard, T. (1993) Neden (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul; Bernhard, T. (1994) Mahzen (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul

[2] Interview with Asta Scheib, (1986) “From One Catastrope to the Next”, (Çev. Anja Zeidler ) http://www.thomasbernhard.org/interviews/1986intas.shtml

[3] Hofmann, K. (2000) Thomas Bernhard’la Konuşmalar, (Çev. Duru, S.)Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.77

[4] Pierre Daum, Avusturya’nın Thomas Bernhard’a Saygısızlığı, Liberation, 8 Ocak 2001

[5] Schmidt-Dengler, W. (2001) “Thomas Bernhard: The Portrait of the Author as an Artist of Exaggeration”, A Symposium on the Austrian Writer Thomas Bernhard, Tel Aviv University, The Institute for German History,  Ocak 18

[6] Bernhard, T. (2005) Yok Etme (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.80, 81

[7] Bernhard, T. (1993) Gathering Evidence, (Çev. McLintock, D.) Vintage Boks, New York, s.79

[8] Bernhard, T. (2004) Bitik Adam, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.21

[9] Bernhard, T. (2006) Don, (Çev. Tüzel, M.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.137,138

[10] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.24

[11] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.48

[12] Bernhard, T. (2001) Eski Ustalar, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.18; Bernhard, T. (2006) Don, s.79

[13] Cousineau, T. (2001) “Thomas Bernhard”, Review of Contemporary Fiction, Vol.21, No.2

Dostoyevski’nin Budala Romanından Bir Karakter: Ippolit

Etiketler

, , , , , ,

“A pres moi le deluge”

 (Benden sonrası tufan)

Hans Holbein 1521’de Basel’de, sonradan büyük ün kazanacak bir tablo boyadı: “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”.  Bu tablo geleneksel din anlayışının, Reform hareketi ile sarsılmasının tuval üzerindeki ilk etkilerindendi. 30,5 cm eni ve 2 metrelik boyu ile boyutları da eski resimden bir farklılığa işaret eden “Ölü İsa’nın Mezardaki Bedeni”, İsa’yı, çarmıha gerilmesinin ardından göğe yükselmiş mutlu bir beden olarak değil, ağzı açılmış, gözleri yuvalarından kaymış, çürümeye yüz tutmuş bir ceset olarak gösteriyordu.

Holbein’in çizimi, aradan yaklaşık 350 yıl geçtikten sonra, 1867 yılında, Cenevre’ye giderken, yol üzerinde müzeyi gezmek için Basel’de bir gün konaklayan Dostoyevski ailesi tarafından ziyaret edildi. Dostoyevski’nin eşi Anna tarafından kaleme alınan anılarda, bu tablo ile Dostoyevski’nin ilk karşılaşması anlatılmıştır. Buna göre Dostoyevski tablonun önünde donup kalırken, Anna’nın psikolojisi, bu kanlar içindeki İsa cesedinin önünde daha fazla durmasına izin vermemişti. Anna yirmi dakika sonra resmin sergilendiği salona geri döndüğünde eşi “sanki zincirlenmişcesine” hala aynı yerden tabloya bakıyordu. Dostoyevski’nin yüzünde “sara nöbetleri öncesindeki o müthiş korkunun izleri vardı”. Anna, Dostoyevski’nin koluna girip, onu salondan çıkarıp, bir sıraya oturtarak bozulan psikolojisini düzeltmeye çalıştı. Dostoyevski de yavaş yavaş sakinleşti. Bununla birlikte, müzdeden çıkmandan önce tabloyu bir kez daha görmek için ısrar etti.

Tablodan sıradışı bir biçimde etkilenen Dostoyevski, Budala’da Holbein’in bu yapıtına özel bir yer ayırdı. Tablo, Budala’da ilk kez I. Kitabın, II. Bölümünün, IV. Sahnesinde ortaya çıkar; Rogojin’in evindeki odalardan birisinin kapı girişininin üzerine asılmaktadır. Rogojin ile Prens arasında geçen diyalogta, Rogojin, bu reprödüksiyonun babası tarafından satın alındığını ve pek çok kişi bu reprödüksiyonu satın almak istediği halde satmadığını ve bu resmi seyretmeyi sevdiğini Prens’e anlatır. Prens ise bu kopyanın, Holbein’in tablosunun kopyası olduğunu ve resmin orijinalini Avrupa’da görüp, bir türlü unutamadığını söyler. Bir sonraki sahnede Dostoyevski yeniden Holbein’in tablosuna döner ve Prens, Rogojin’in inancını sorgularken birden bu tabloyu anımsar ve “Holbein’in resmi de ne garipti öyle” diye düşünür.

Tablonun, romandaki asıl ağırlığı ise, II. Kitap, I. Bölüm, VI. Sahnede, İppolit’in, intihar etme kararını açıkladığı mektubunu okuduğu sırada duyulmaktadır. Ippolit, bu tabloyu, Rogojin’in evinde görür ve tablodan bir rahatsızlığa kapılır. İsa’nın gerek çarmıhta, gerekse de çarmıhtan indirildikten sonra yüzünün olağanüstü güzel olarak çizilmesine alışmış olan Ippolit, Rogojin’deki tabloda bu güzellikten eser olmadığını, “çarmıha gerilmeden önce dayanılmaz işkencelere uğramış, yaralanmış, askerlerin elinde dövülmüş, halkça taşlanmış, haçı taşırken düşmüş ve en sonunda çarmıha çakılıp, 6 saatlik bir işkencenin ardından ölmüş bir insanın tıpa tıp resmiydi bu”. Ve ardından şu kritik soruyu sorar: böylesine işkenceyle ölmüş bir ölünün, insan nasıl olur da yeniden ölümden döneceğine inanır? Resim, Ippolit’in kendi önemsizliğinin ayırtına varmasına neden olur ve ne inancı varsa onu öldürür. Aynı zamanda Ippolit, tabloda kendisini kıstıran doğa gücünün bir sembolik açıklamasını bulur. Eğer ölüm bu kadar korkunçsa ve eğer doğanın yasaları da bu kadar güçlüyse, o halde bunların üstesinden nasıl gelinebilir ki? Tablo, Ippolit’de her şeyi kontrol eden karanlık, aşağılayıcı, duygusuz ve her şeye kadir bir sonsuz güç izlenimini uyandırır; bu, onun varlığını boğan ve onu kendi güçsüzlüğün ve aşağılığının bilinçsizce farkına varmasını sağlayan bir fikirdir. Holbein’in tablosundaki güçsüz ve sıradan insan figürü, Ippolit’in, İsa’nın kutsal olduğuna dair inancını sarsar ve onun Tanrı’ya olan imanını yıkar.

Verem hastası 18 yaşındaki Ippolit, aslında kısa ömrü boyunca Tanrı ile yarışmaya çalışmış, kendisine Tanrısal bir rol biçmeye kalkmıştır. Bununla birlikte, ölümsüz Tanrı’nın karşısında, doktorun yalnızca 15 gün biçtiği bir ölümlü olarak Tanrı’yla giriştiği savaşı yitirmiştir. Savaşı yitiren kibirli Ippolit, bunun üzerine Tanrı’yı ortadan kaldırmayı dener. Holbein’in resmi de ona bu imkanı sunar ve Ippolit bu tabloyla birlikte, Tanrı’nın varlığını inkar eder. Ancak bu inkar ediş aslında Tanrı’nın felsefi bir inkarı değil, Ippolit’in konvansiyonel ihtiyaçları doğrultusunda öldürmek istediği Tanrı’nın öldüğünü gösteren bir tablodan alınan cesaretten ibarettir. Bu anlamda Ippolit Tanrı’yı reddetmeyen fakat Tanrı’nın dünyasını kabul etmeyi reddeden Ivan Karamazov’u önceler.

Yaşamını Tanrı’nın değil, kendi kendisinin yönettiğini ispatlamak isteyen Ippolit’e göre, kendi özgür iradesini başlatabilecek ve sona erdirebilecek olan tek eylem intihardır. Zira yalnızca 15 günlük ömrü kalmıştır ve Tanrı onu bu sürenin sonunda öldürecektir. Tanrı’yla rekabet etmeye çalışan Ippolit ise, Tanrı’yı alt edebilmek adına, kendi canını almayı Tanrı’ya bırakmamaya ve kendi canını kendi eliyle almaya karar verir. Niyet edilmiş intihar, bir çaresizlik ve kendi arzularına ve isteklerine tamamıyla kayıtsız olan doğa yasalarına karşı bir meydan okumadır. Bu, Prens tarafından savunulan Hıristiyan alçakgönüllülüğüne karşıt bir kendi kendini savunma ve inatçılık ifadesidir. Ippolit’in durumu umutsuzdur çünkü her durumda yakında tükenerek ölmeye mahkûmdur. Ancak o, kaderin kendisini yönetmesini reddeder; Doğaya, kendi doğal yaşamının normal akışını bozmaya çalışarak, kendisine isteyerek son vererek meydan okumaya çalışır.

Dostoyevski’nin pek çok rasyonel entelektüeli gibi Ippolit de içsel şüpheler ile içsel uyuşmazlıklar tarafından hırpalanmıştır. Ippolit kindar, acılı ve benmerkezcidir. Başkalarına yardım etmesi başkalarını düşündüğünden değil fakat temasa geçtiği kişilerin saygılarını ve takdirlerini kazanmak istemesindendir.

Metafiziksel açıdan Ippolit şeylerin kurulu düzenini kabul etmeyi reddeden bir isyankârdır. Bununla birlikte sıradan günlük yaşamda Ippolit, yaklaşan ölümünün adilliğini sorgulayan ve kaçınılmazlığını kabul etmeyi reddeden hasta bir adamdır. Ippolit yaşamayı çok istemektedir ve isyanı bir anlamda ne zaman ve kime vuracağı belli olmayan doğanın yıkıcı potansiyeline karşıdır. Aslında Ippolit’in isyanı ölümün kaçınılmazlığınadır, daha doğrusu kendi ölümüne karşıdır. Ippolit ölümün üstesinden ölümle gelmek istemektedir.

Budala’ya ilişkin defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’i canlı mı bırakacağını yoksa ölümle mi sonlandıracağına dair tam emin olmadığını görürüz. Romanın nihai versiyonunda Ippolit başarısız bir intihar girişiminde bulunur. Silah tutukluk yapmaz fakat görünüşe göre Ippolit tabancasının ateşleme kapsülünü yerleştirmeyi unutmuştur. Böylece Ippolit’in kendisini yok etme girişimi bir acılı bir maskaralığa dönüşür. Psikolojik bakımdan ise, girişilen intihar başarısızlıkla sonuçlanır çünkü Ippolit’in yaşamak için büyük bir arzusu vardır. O zamana değin, tedavi edilemeyen hastalığının farkında olmasına karşın halen yaşama tutunmaktadır. Ippolit kendi umutsuz durumunu oldukça iyi bir şekilde anladığını, fakat yaşamayı bundan daha çaresizce istediğini itiraf eder. Felsefi bakımdan ise Dostoyevski’nin Ippolit’i, Ippolit’in ölümü hiçbir şeyi kanıtlamayacağı için kurtardığını ileri sürmek mümkündür. Budala için tuttuğu defterlerinde Dostoyevski’nin Ippolit’in intiharını boşuna bir eylem olarak, “zayıf bir karakterin boşunalığı” olarak gördüğü açıktır.

Ippolit, ölmek istediğinden daha fazla yaşamak ister ve bu nedenle onun intihar girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. Kadere boyun eğer ve eceliyle ölür. Ippolit’in intihar girişimini, felsefi bir karardan ziyade, psikolojik bir ihtiyaç olarak görmek de mümkündür. Ippolit’in eylemi bir sosyal iletişim, bir dikkat çekmeye çalışma girişimi, yardım için umutsuz bir çığlıktır.

Ippolit’in mücadelesi, beklenildiği ve kaçınılmaz şekilde, Tanrı’nın zaferiyle sonuçlanır. Ippolit, eceliyle ölerek, zaferi Tanrı’ya kaptırır. Tüm dünyaya hükmetmek isteyen veremli çocuk, başkalarına mutluluk veremediği için, onları hiç değilse mutsuzlukla yönetmek ister ve bulunduğu her ortamda çevresine mutsuzluk ve huzursuzluk saçar. Ne yazık ki sonunda çok mutsuz bir yaşamın nihayetinde, kan kusarak sonlanan hayatı ile insanın Tanrı karşısındaki acizliğini gösterir ve Budala’nın yan olay örgülerinden birisinin kahramanı olan Ippolit, aslında romanın asli felsefi damarını oluşturur.

Son Yazdığım Senaryo: Dostoyevski’nin İdamı

Etiketler

, , ,

Son iki yılda üç senaryo kaleme aldım. Bunlardan ilki Dostoyevski’nin kısa bir öyküsü olan “Gülünç Bir Adamın Düşü”nün senaryo uyarlaması idi. Elli sayfalık senaryoyu siyah beyaz bir çizgi roman olarak çizdirdim. Fakat sonra yayınlama konusunda ciddi bir tereddüt yaşadım ve bir süreliğine bu çizgi romanı yayınlamayı erteledim. Bir ihtimal ilerleyen günlerde İstanbul Dostoyevski Topluluğu’nun (www.dostoyevski.org) internet sitesinden ücretsiz olarak bu yapıtı yayınlayabilirim. Bir yayınevine vererek kitapçılarda satışa da çıkarabilirim. Henüz karar veremedim. Bu konudaki tereddütüm, ilk senaryo çalışmam olduğu için, istediğim kadar iyi seviyede bir yapıt olmamasından kaynaklanıyor.
İkinci yazdığım senaryo, Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye yıllarını konu alan Genç Mustafa adlı yapıttı. Bu çalışma 2010 yılında 128 sayfalık bir çizgi roman olarak yayınlandı. Üçüncü yazdığım senaryo ise, Genç Mustafa’nın ikinci cildi olan Sürgün Kemal adlı, Atatürk’ün gençlik yıllarındaki sürgün dönemini anlatıyor. Bu cilt şu an çiziliyor. 2011 yılı içerisinde yayınlanacağını tahmin ediyorum.
Bununla birlikte, Türkiye’deki kültür dünyasının son yıllarda önemli aşamalar kaydetse de, küresel bağlamda henüz önemli bir aktör olmaması dolayısıyla, istediğim kalitede ve istediğim özgünlükte yapıt ortaya koymak konusunda çeşitli sorunlarla karşılaşıyorum. Bu sorunların belli başlıcaları Türkiye’deki genel kitap satışlarının düşük olması, düşünce özgürlüğünün bulunmaması (son kitabım yüzünden Savcılığın bana açtığı dava ile uğraşıyorum, benim dışımda pek çok gazeteci ve yazar da ne yazık ki düşünceleri ve yazdıkları yüzünden hapiste bulunuyorlar) ve Türkiye’deki genel merak konuları ile benim meraklı olduğum konuların çakışmaması. Genel kitap satışlarının düşük olması, yazarlığı bir meslek olmaktan çıkarıyor ve bir hobi haline getiriyor. Zira yazarak yaşamını geçindirmek birkaç yazar dışında Türkiye’de bu satış miktarları ile imkansız. Bu durum yazarlık mesleğini ulusal sınırlar içerisinde lağv ediyor. Düşünce özgürlüğünün bulunmaması ise, hobi olarak yapılan bu işi yapan kişiyi, her an hapse atmakla tehdit ediyor ve ciddi bir otosansür yaratıyor. Toplum ile yazarın ilgilendiği konular arasındaki ciddi aykırılıklar ise, yazarın ortaya koyduğu teorinin, düşüncenin ya da sanat eserinin başka zihinlerce yeniden yazılmasına izin vermiyor ve tamamen yalnız bırakıyor.
Bu ve daha bunlar gibi pek çok nedenden ötürü, yurtdışına açılmak ve küresel bazda çalışmalar yapmak istiyorum. Üzerilerine çok fazla çalıştığım, tüm yazdıkları kitapları defalarca okumamın yanı sıra, üzerilerine yazılmış neredeyse tüm İngilizce kaynakları da elden geçirmiş olduğum iki kişiyi bu konuda ilk hedeflerim olarak belirledim. Bunların ilki ünlü Fransız felsefeci Jean Paul Sartre, ikincisi de ünlü Rus yazar Fyodor Dostoyevski.
Kıta Avrupa’sının ürettiği felsefe metinlerine bolca bakma fırsatı bulduğum 2000’li yıllarda, Alman felsefesinin “köken” meselesiyle, Fransız felsefesinin de “şimdiki zaman”la ilgilendiğine dair bir kanaat geliştirdim. Alman felsefesi kavramların, kurumların ve varlıkların ortaya çıkış aşamalarına odaklanıp, dünyayı bu köken meselesiyle kavramaya çalışırken, Fransız felsefesi, kavram, varlık ve kurumların, çağdaş konumlarına ilişkin düşünceler ortaya koyuyorlardı. Fransız üretimi felsefeye Descartes’tan Derrida’ya değin bayılsam da, düşünce pratiğim çeşitli konularda Alman felsefesinde olduğu gibi köken meselesine takılı kaldı. “Her şey başlangıçta nasıldı” sorusu, rasyonel bir biçimde açıklamaya çalışmadığım halde ilgimi çekiyor.
Bu nedenle Atatürk üzerine yaptığım çalışmada olduğu gibi, Sartre ve Dostoyevski’de de onların düşüncelerinin oluşmaya başladığı ilk gençlik dönemleri daha çok ilgimi çekiyor. Ergenlikten hemen sonra başlayan ve henüz onların ünlü birer figüre dönüşmeden sona eren bu ilk gençlik süreci, onları sıradan insanlar olarak görebilmemize daha çok olanak tanıdığı gibi, onlarda sıra dışı olanın ne olduğuna dair de bize bir projektör tutuyor.
Sartre’a ilişkin senaryoyu daha önce yazacağımı sanıyordum fakat sonradan çeşitli nedenlerden ötürü Dostoyevski’yi öne aldım. Şu an Dostoyevski’nin İdamı adını taşıyacak olan senaryomun sinopsisi üzerinde çalışıyorum. Öykü biyografik bir temelde, Dostoyevski’nin 1839-1849 yılları arasındaki on yıllık serüvenini konu alıyor. 1821’de Moskova’da doğan Dostoyevski’nin doğum yerine karşın, kitaplarında neredeyse yalnızca St. Petersburg’u anlatacağı ömrünün 18 ile 28 yaşları arasındaki ilk gençliği, Dostoyevski ile ilgili doğrudan sıkı bir okuma yapmayan genel okuyucuyu pek şaşırtacak birçok ilginç ayrıntı, acı ve az da olsa sevinçle doludur. Bu on yıllık süreç, iyi bir anlatım ve şık bir kurguyla hoş bir yapıta dönüşme potansiyeli taşıyor. Ne yazık ki ülkemizde pek ilgi çekecek bir konu değil. Bu nedenle Dostoyevski’nin İdamı, şansını yurt dışında deneyecek. Umarım zor ve sancılı bir sürecin sonunda ortaya başarılı ve tatmin edici bir performans çıkar. Ben kendi istediğim senaryoyu kaleme alacağım. Umarım zihnim ile küresel okuyucuların zihinleri ortak temalarda ve ortak sanat zevklerinde buluşabilirler de, ortaya hoş seyirlik bir çalışma çıkar.

Genç Mustafa Üzerine Tartışmalar

Etiketler

, , , , ,

Geride bıraktığımız 2010 yılında Atatürk’ün Harbiye yıllarını anlatan bir senaryo kaleme aldım. Drama senaryosunu bir film olarak seyirciyle buluşturmak dönem kostümleri ve mekanlarının aşırı pahalılığı, oyuncu maliyetleri, kamera ve ekipman kiraları ve dağıtıma ilişkin yüksek giderler yüzünden elimizdeki bütçe ile mümkün değildi. Bu nedenle senaryoyu bir grafik roman (çizgi roman) olarak hayata geçirdim. Genç Mustafa adı ile yayınlanan kitap önemli bir satış rakamı yakaladı ve çok çeşitli tartışmalara neden oldu.

Bu tartışmalar bir yerden sonra öyle bir arttı ki, Atatürk hayranı bir yazar tarafından yazılmış bu senaryo, bazı medya organlarınca Atatürk’e hakaret ettiği iddia edilen bir metne dönüştürüldü. Bu garip gelişmeyi, o dönemin ana muhalefet partisi olan CHP’li bir milletvekilinin Genç Mustafa nedeniyle benim ve kitabın çizeri hakkında, Atatürk’e hakaret ettiğimiz gerekçesiyle suç duyurusunda bulunması izledi. Ortada böyle bir suç bulunmaması nedeniyle, Savcılığın bir dava açmayacağını düşünüyordum. Fakat öğrendim ki, Savcılık bu konuda davayı açtı. Davanın nasıl bir yön izleyeceğini ilerleyen günlerde göreceğiz. Bununla birlikte, senaryomda ve kitapta Atatürk’e elbette hiçbir hakaret bulunmadığı için, suç işlemediğimize dair kuvvetli bilgimiz ve farkındalığımız yüzünden bir endişe taşımıyorum.

Sanat ve bilim üzerine yüzyıllardır süren klasik bir tartışma vardır. Bu tartışma “sanatın sanat için olduğu” önermesi ile “sanatın toplum için” olduğu önermesi arasındadır. Bu tartışmanın yalnızca bir tarafında durmak ve birini seçtikten sonra, diğerini top yekün yadsımak pek mümkün değil. Kişi olsa olsa ağırlıklı olarak bir seçeneği seçer ve diğerine daha az önem verir fakat onu tamamıyla yok saymaz. Benim de, – daha sonra değişebilme ihtimalini de göz önünde bulundurmama rağmen – bilim ve sanatsal üretime ilişkin tutumum daha çok bireysel bir kodlama. Bu konulardaki üretim meselesini, topluma yararlı olacak yapıtlardan çok, bireyin dünyayı kavrama biçiminin kavramdan varlığa geçişi olarak görüyorum. Kısacası sanatın kesinlikle toplumsal bir yönü olduğunu unutmadan, sanatı bireysel bir algılayış yöntemi olarak algılıyorum.

Atatürk üzerine gerçekleştirdiğim senaryo ile, Atatürk’ün gençlik yılları üzerine tarihsel kaynakları kullanarak, görece az bilinen gerçekliklerden, sanatsal bir kurgu oluşturmuştum. Tarihsel olarak hem bir ulusun, hem de geniş bir coğrafi bölgenin (Balkanlar ve Ortadoğu) kaderini neredeyse çoğu açıdan tamamen etkileyen çok güçlü bir karakterin gençlik yıllarının yeniden yorumlanması çok ilgimi çekiyordu. Büyük bir ilgi ve zevkle çalıştım. Ortaya çıkan Genç Mustafa da pek çok açıdan tatmin ediciydi. Fakat kitabımın sanatsal değil, politik bir imge olarak tartışılması ve daha acı olanı da, politik olarak yanlışlıklar zinciri etrafında tartışılması Camus’nün sözcükleriyle söylersem “absürd”dü. Kitabım sürreal bir biçimde anti cumhuriyetçi bir siyasi görüşün tetikçisi olarak lanse edildi ki, kitap yalnızca siyaseten ele alındığında tam da cumhuriyetçi görüşün bir temsiliydi. Bu nedenle senaryom hem istediğim gibi bilimsel ve sanatsal anlamda değil de siyasal anlamda gündem oldu. Hem de siyasal anlamda da ilginç bir şekilde tam da karşıt olduğu şeyle suçlandı. Genç Mustafa’ya ilişkin yapılan tüm tartışmalar, benim istemediğim her şeyi içerdi. Basında tartışılan senaryo ile, benim senaryom arasında hiçbir benzerlik bulamıyorum.

Dostoyevski’de İntihar Teması

Etiketler

, , , , ,

İntihar konusuyla ilgilenmeye sanırım 2003 yılında başladım. Öz kıyıma oluşan bu ilgim, sosyolojik bir merak değil, felsefi bir araştırma isteğiydi. Hayatında her şey yolunda giden; zengin, yakışıklı/güzel, çevresi tarafından son derece kabul gören, ünlü, başkalarınca sevilen insanların intiharları ilgimi çekiyordu. Genel algının asla kendi yaşamına kasıtlı ve isteyerek son vermeyeceğini düşündüğü bu “başarılı” insanlar arasında gerçekleşen intiharlar yaşama ilişkin bir güçsüzlük yüzünden değil, yaşama ilişkin geliştirilen bir felsefe biçiminden kaynaklanıyordu.

Batı Felsefesinin Descartes’la birlikte Tanrı merkezli düşünceden, insan merkezli düşünceye geçtiğini görüyoruz. İnsan merkezli düşünce, önce Tanrı’nın varlığını değil, insanın varlığını kanıtlamaktadır. Bu durum da insana, Tanrı önünde belirgin bir güç sağlıyordu. Descartes’a göre kesin bir bilgiye ulaşmak felsefe yapabilmek için en önemli noktaydı çünkü tüm düşünce ancak buradan başladığında gerçekliğe ulaşılabilirdi. Herşeye karşı büyük bir şüpheyle yaklaşan Descartes (bir şüpheci değildi, pekin bilgiye ulaşmak için bunu bir yöntem olarak kullanıyordu) uzun süren arayışları sonunda, şüphe edilemeyecek bir bilgiye ulaştı. Her şey sahte olabilirdi, Tanrı bile. Fakat tüm bu şüpheleri üreten kendi zihni en azından şu an bir eylem gerçekleştiriyordu. Bundan şüphe edemezdi. Descartres böylece o ünlü deyişini söyledi: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Böylece Batı felsefesinde büyük bir dönüşüm gerçekleşti. Descartes Tanrı’yı ispatlayamıyor, fakat kendi varlığını ispatlayabiliyordu; yani insanın varlığını.

İnsanın varlığının kesinleşip, Tanrı’nın varlığının kesinliği ancak insana bağlı olunca, Tanrı, felsefe tarihinde insan karşısında önemli bir güç kaybına uğradı. Antik Çağ’da da insanlar zaman zaman Tanrı’lara baş kaldırmışlar, onlarla rekabete girmişlerdi. Fakat tek tanrılı dinlerin yeni konseptinde Tanrı her şey üzerinde mutlak güce sahip yeni bir tanımlamaya kavuşmuştu. Mutlak güçlü ve mutlak iyiydi ve dahası tek başınaydı. Tüm evren onun iradesinin dahilindeydi ve evrende onun izni olmadan tek bir yaprak bile kıpırdayamazdı. Descartes’ın yaklaşımı, Tanrı’nın bu kapasitesini sorgulamaya açmış oldu. İnsanın varlığı kesin iken, Tanrı’nın varlığının kesinliği ancak insanın varlığına gönderme yapılarak açıklanabiliyorsa, o halde belki de Tanrı yoktu.

Düşünce tarihinde Tanrı giderek güç kaybetmeye başladı. Fichte’de “Mutlak Ben” teorisiyle, Alman idealistleri kişinin dışında, dünyada hiçbir şey olmadığına dair yaklaşımlar geliştirdiler. Bu insanın onaylanmasının da ötesinde, yalnızca “Ben”i onaylıyordu ve daha da ileri gitmişti. Burada Tanrı’ya yer olmadığı gibi, başka insanlara bile yer yoktu. On dokuzuncu yüzyıla gelindiğinde ise Nietzsche artık işi son haddeye getirmiş ve Tanrı’nın ölümünü ilan etmişti: “Tanrı Öldü.”

Mutlak güçlü ve mutlak iyi Tanrı’nın düşünce dünyasında ortadan kalkması, dünya üzerindeki yaşama ilişkin de pek çok geleneği kırıp parçalıyor, tüm değerleri yeniden değerlendirilmek zorunda bırakıyordu. Eğer Tanrı yoksa bir başka dünya yoktu, ceza-ödül kavramları yoktu, iyilik ve kötülük arasında bir fark yoktu. Bu durumda Dostoyevski’nin son romanı Karamazov Kardeşler’deki Ivan karakterinin doğrudan söylemediği fakat tüm felsefesinin dayandığı temel olarak şu söylem kendisini dayatıyordu: “Eğer Tanrı yoksa, o zaman her şeye izin vardır.”

Tanrı kavramı, yeryüzüne ilişkin bir anlam sağlıyor, varoluşu manalandırıyor, hayatın bir amacı olduğuna dair bir algı yaratıyordu. Tanrı’nın birden bire ortadan kaybolması, hayata ilişkin anlamlı her şeyi ters yüz etti. Anlam ve mana bir anda insanların ayaklarının altından kaydı. Zihinler manevi en büyük desteklerini kaybettiler. İnsanoğlu bir anda yeryüzünde terk edilmiş ve pusulasız kaldı. Yaşam yalnızca dünyadan ibaretti ve bunun da hiç ama hiç bir anlamı yoktu. Tanrı’nın yokluğu sınırsız bir özgürlük verirken, sonsuz bir terkedilmişlik de veriyordu. Yaşamak, nefes almak, bir şeyler yapmak artık tamamen önemsiz eylemlere dönüştü. Yapılan her şey anlamsızdı, her şey boştu.

Geriye iki şey kalıyordu; ya tüm dünyaya yeni baştan bir anlam silsilesi kurulmalıydı, ya da bu boş dünya ile ilgilenmek gereksiz olduğu için, bu dünyadan olabildiğince erken ayrılarak bu saçma acıya baştan son vermek gerekliydi. Nietzsche’nin Tanrı’nın Ölümünü ilan etmesinin ardından iki dünya savaşının çıkması ve yalnızca ikincisinde 55 milyon insanın ölmesi ve tüm dünyaya baştan anlam vermek isteyen tek parti diktatörlerinin ortaya çıkması bir tesadüf değil, felsefe tarihinin açıklayabildiği bir zihin bulanıklığıydı. Bu durum, tamamen anlamdan sıyrılmış evrene, yeni bir anlam silsilesi vermek, yeni bir kutsal kitap yazmak girişimiydi.

Daha bireysel düzeyde kalan ikinci seçenek ise, anlamsız bu dünyayı bir diktatörün yaptığı gibi tüm insanlar için değiştirip dönüştürmektense, bu dünyayı terk etme üzerine kuruluydu. Madem bu dünyada hiç bir anlam kalmamıştı ve her şey mutlak bir boşunalıktı, o halde burada daha fazla kalmanın da felsefi olarak hiç bir manası yoktu. Yaşam, önünde sonunda biten bir olguydu ve sonu belli olan bu mutlak gerçekliği öne almaktan başka yapılacak her şey saçmalıktan ibaret olurdu. Hayatta saçma olmayacak tek şey, onu bilinçli bir şekilde sona erdirmekti.

Hayatı zevksiz, sıkıcı ya da zor diye terk etmeyen, fakat onu anlamsız bulduğu için sona erdiren bir yeni tip gelişiyordu. Bu yeni tipin yaşamla ilgili sorunu, yaşamın mutsuzluklar ve felaketlerle dolu bir yer olması değildi. Aksine yaşamla ilgili olarak maddi varlıkları ve neşeleri gayet yüksekti. Tanınan, bilinen, sevilen, saygı duyulan, aşık olunan, kaliteli ve yüksek gelirle yaşayan bir tipolojiydi bu. Fakat tüm bu maddi mutluluklarına karşın, dünyada bir anlam bulamıyorlar, manasızlık ve boşluk içinde kendilerine çıkar bir yol bulamıyorlardı. Mutlu bir yaşam ile anlamlı bir yaşam arasında tercih yapmaları gerektiğinde, tercihlerini anlamlı bir yaşamdan yana koyan ve bu nedenle yeryüzündeki mutluluklarının kendilerine bir mana sağlamadığını düşünen bu yeni tipoloji, kurtuluşu ya da anlamı kendi yaşamına son vermekte buldu: bireyin kurtuluşu, varoluşun bir anlam kazanışı olarak intihar; yok oluş.

Dostoyevski’nin kitaplarında sanılandan çok daha fazla intihar sahnesi bulunur. Dostoyevski’nin erken dönem metinleri insanın öz yıkıcı doğasını gözler önüne serer. Dostoyevksi’nin erken çalışmalarında başarılı intihar betimlemesi yoktur ancak öz yıkcı, gerçeklerden kaçan eğilimler gösteren kişiler erken dönem anlatılarının çoğunun içine işlemiştir. Genç Dostoyevski’nin çoğu roman kişisi düz mantığa karşıt bir yolda eylemler gerçekleştirir. Kendi erişebilecekleri yüksekliklerin ötesini arzularlar ve asla doyuramayacakları hırslara sahiptirler. Sonuç olarak tümü fiziksel ölüm, tinsel acı yahut zihinsel durgunluk gibi düşkünlüklere mahkûm olurlar. Dostoyevski’nin erken dönem kahramanlarının kaderlerine gönderme yapan Victor Teras, “Devushkin, Prokharchin, Ordynov ve Efimov gibi karakterlerin yaşamlarını ‘çirkin trajediler’ haline getiren şeyin kendilerinin icat ettiği ya da kaderin onlara sunduğu bir rol olduğunu söyler. Ancak bu rol onlara uygun bir rol değildir; kaçınılmaz bir biçimde başarısız olacakları bir roldür.

Dostoyevski’nin erken dönem anlatılarının çoğunun merkezinde sürekli olarak başarısızlığa mahkûm olan, yıkıcı ve öz yıkıcı bileşenlerden oluşan özel bir kişisel karakter özellikleri kombinasyonu taşıyan karakterler yer almaktadır. Erken dönem çalışmalarında Dostoyevski bir dizi hayalperest, yüreksiz, soytarı, mazoşist, yalnız ve doğuştan yenik kişiye yer verir. Bu karakterler kendileriyle barışık değillerdir. Kişiliklerindeki içsel çelişkilere ve güçsüzlüklere yenilirler, sosyal çevrenin ihtiyaçlarına adapte olmakta başarısız olurlar. Dostoyevski’nin hayalperesti hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur çünkü asla başaramayacağı şeylere ulaşmaya çabalar. Bu yalnız münzevi dış dünyayla bağlantısını kopartıp atmıştır ve kendi yanılsaması üzerine kurulu kendi gerçekliğini üretmeye çalışır. Ancak bu yanılsama ürünü düş, karakterin gerçek dünya ile temas eder etmez dağılıp saçılır. Kahraman ise bir suçluluk komplesiyle eylemleri ile ahlaki değerleri arasındaki uyumsuzluğu yüzünden kendisini cezalandırır. Büyüklük kuruntusuna düşmüş bu adamlar, kendi potansiyellerine ilişkin gerçekçi olmayan kendi sanıları yüzünden yok olurlar. Tümü de asla kontrol altına almayı deneyimleyemedikleri ve farkına varmadıkları irrasyonel öz yıkıcı içgüdülerinin kurbanıdır.

Dostoyevski’nin erken dönem metinlerindeki karakterlerin kaderleri, bir biçimde Dostoyevski’nin büyük romanlarındaki temalara nüfuz etmiştir. İlk öykülerinde Dostoyevski okuyucuyu bir dizi anıtsal insan sorunuyla yüzleştirir. Bu sorunların tümü insanlığın başından beri sorulan ve bir türlü yanıtlanamayan sorunlardır. Dostoyevski insanın hem rasyonel hem de irrasyonel olduğu gerçeğini ortaya koyar ve insanın genellikle kendi mantıksal dizgesinin aksine hareket ettiğini gösterir. Dostoyevski’ye göre kader öngörülemezdir ve insanın kendisini kendi kaderinin efendisi sanması bir yanılsamadan ibarettir. Dostoyevski okuyucusunu insan doğasının devasa muammasını kabul etmeye çağırır: niçin bir kişi mutluluk için içsel kapasiteye sahipken bir başkası ıstırap ve içsel çelişkiler nedeniyle mutluluktan koparılmıştır. Niçin bir kişi kendisiyle ve başkalarıyla barış içindeyken, bir başkası ne arkadaşlarını ne de kendisini anlayamamaktadır.

Dostoyevski için acı çekmek ve yoksunluk insanı ne öldürür ne de onu intihara sürükler. Zor yaşam, daha iyi bir yaşam için arzu yaratır ve bu nedenle de genel bir yaşam arzusuna neden olur. Dostoyevski’nin mahkûmlarının yaşamda bir anlam aramaya ihtiyaçları yoktur; yaşamdaki amaçları fiziksel olarak hayatta kalmak ve özgür olmaktır. Ve ateşli bir şekilde bunu başarabileceklerini umarlar. Umut insanı öz yıkıcılıktan ve intihar sorunundan uzak tutan en önemli bileşendir. Daha iyi bir gelecek için bir umut imkânı ortadan kalkar kalkmaz, yaşam amaçsızlaşır.

Dostoyevski’nin erken çalışmalarında uyuyan öz yıkıcı eğilimler, onun kahramanlarını ruhsal, duygusal, zihinsel ya da fiziksel yok olmayan doğru yavaş yavaş fakat toptan bir yıkıma sürükler. Onun romanlarında bu eğilimler bu kişilerin ilgilendiği şiddet içeren intiharlara dönüşürler. Böylece döngü sonlanır. Dostoyevski’nin büyük romanlarının dramatik yapısı, trajik konsepti ve felsefi önemi, yavaş yavaş eyleyen gizlenmiş öz yıkıcı sorunlara yeni bir yaklaşım gerektiriyordu. Bu sorunlar Dostoyevski’nin büyük romanlarında güçlü, hızlı, kuvvetli intihar eylemleriyle yer değiştirdi. Dostoyevski romanlarındaki bazı örneklerde fiziksel ve ruhsal çürüme ve öz yıkıcılık fiziksel bozulma ile acıya ve bunu takiben ruhsal bozulmaya; bazı örneklerde ise fiziksel ve ruhsal parçalanmanın intihar aracılığıyla tümden bir fiziksel yok oluşa neden olduğunu görülmektedir.

Kişinin kendi yaşamını kendi eliyle alabilmesi için onun güçlü mü yoksa güçsüz mü olması gerektiğinin kesin tek bir yanıtı bulunmamaktadır. İstenci zayıf bir adam kendi varlığıyla başa çıkmakta sık sık zorluk yaşayacaktır çünkü kendisini yaşamının dışsal şartlarına ayak göre değiştirme yeteneğinden yoksundur. Böylesi bir adam için intihar, onun için yönetmesi çok zor olan tahammül edilmez bir gerçeklikten bir kaçış yoludur. Bununla birlikte güçsüz bir birey genellikle kararsızdır ve kendi yaşamını almak için gereken içsel güçten ve karardan yoksundur. Aksine, güçlü bir karakter kendisini yok etmek için istence sahiptir fakat aynı özellik aynı zamanda daha iyi bir yaşam için mücadele etmeye, savaşma ve intiharına yol açan nedenleri ortadan kaldırma gücünü de içinde barındırır. Burada apaçık bir paradoks vardır ve bu yüzden zorunlu olarak intihar edenlerin güçlü de güçsüz de olabileceği sonucuna varmak gerekir. Dolayısıyla aynı nedenle intihar eden iki insan yoktur.

Dostoyevski’nin betimlediği pek çok gerçekleşen ve girişilen intiharda özellikle de Ippolit ve Kirillov’da olduğu gibi rasyonel ve mantıksal niyetlerin sonucu olanlarda istencin kuvveti, niyetlenilen öz yıkıcı eylemin başarılı şekilde tamamlanması için son derece önemlidir. Bununla birlikte böylesi örneklerde öz yıkımın gerçek eylemi çoğu vakada düşüncesiz, ani ve hatta irrasyoneldir. Raskolnikov, Ippolit ya da Krillov’la bu anlamda aynı sınıflandırmada tutulamaz çünkü Raskolnikov’un isyanı ne Tanrı’ya ne de doğayadır. Onun isyanı daha çok sosyal adaletsizliğe, kendi gücüyle değiştirebileceğini düşündüğü bir şeyedir. Ippolit ve Kirillov kendilerini, kontrollerinin dışındaki düzene bir meydan okuma olarak öldürmeye karar vermişlerdir. Öbür yandan Raskolnikov, kendisinin de bir parçası olduğu toplumun sosyal ve ahlaki kompozisyonunu tek başına geliştirmek için, bir başkasını öldürmeye karar verir.

Bununla birlikte intihar fikri Raskolnikov’un en son itirafına değin ve hatta bu itiraftan sonra bile aklından çıkmamıştır. İntiharı yalnızca bir cezadan kaçma yolu olarak görmemiş, aynı zamanda utanç ve nefret verici gerçeklikten bir sıyrılma yolu olarak görmüştür. Bu çözümü, başı belada görünen herkese önermiştir.

Cinler’deki Krillov’un intiharı, Dostoyevski’nin çalışmalarında betimlenen diğer öz yıkım eylemlerinin tümünden daha fazla eleştirel ilgi çekmiştir. Kirillov kendisini yalnızca bir noktayı kanıtlamak ilkesi üzerine öldürmüştür. İntiharı “mantıksal”dır. Kendisini, kendi canını almaya iten nedenleri kendisi açıklar. Aslında okuyucuya bu romanda kişinin niyetinde hiçbir sır kalmayan ve kişinin onu öz yıkıma iten güdüleri dış dünyaya açıkladığı bir sözde intiharın, bir psikolojik otopsisi sunulmaktadır.

Kirillov açıkça kendisini öldürerek ölümü yenmenin ve bir insan-Tanrı olmanın peşinde koşar. Kirillov’un, Petr Verkhovensky ile karşılaşması ve alışverişi, onun felsefi inançlarının nihai ifadesini verir. Kirillov, Petr’e “eğer Tanrı yoksa o halde Tanrı Benim” der. Bu önerme Petr’i şaşırtır zira Kirillov’un nasıl ve niçin bir Tanrı’ya dönüşeceğini anlayamaz. Kirillov şöyle açıklar: “eğer Tanrı varsa, her şey O’nun isteğindedir ve ben O’nun isteğinden kaçamam. Yok eğer her şey benim isteğimdeyse ve ben de kendi istencimi göstermeye zorunluyum…. Kendi istencimin en yüksek noktası da benim kendimi kendi elimle öldürmemdir.” Kirillov kendisinin “Tanrıya inançsızlıktan daha yüksek bir düşüncesi olmadığını” iddia eder ve “insan yaşamını sürdürebilmek için Tanrı’yı icat etmekten başka hiçbir şey yapmamıştır”. Böylece Kirillov, kendi bağımsızlığını ve korkunç özgürlüğünü kanıtlamak için kendisini öldüreceğini söyler. Kirillov’a göre herkes için kurtuluş, herkese, Kirillov’un düşüncesinin doğru olduğunu kanıtlamaktan geçer.

Tanrı’nın gerçekten varolduğuna dair kesin bir kanıtın bulunmaması Kirillov’un inanç için içsel dürtüsünü ve ihtiyacını felce uğratmaktadır. Kirillov’a göre, İsa kendisini boşuna kurban etmiştir. Çünkü bir mucize yaratmayı başaramamıştır, herhangi bir sıradan ölümlü gibi ölmüştür, insanlığa, kendisinin Tanrı’nın oğlu olduğunu ve insanlığın Kurtarıcısı olduğuna dair gereken kanıtı sunamamıştır. Kirillovun akıl yürütmesi, aynı argümanın daha sanatsal biçimde geliştirildiği Ivan Karamazov’un “Büyük Engizisyoncu’nun Efsanesi”’ni önceler. Kirillov, İsa’yı taklit etmek istiyor gibi görünmektedir. Kendini kurban edişi insanlığa nihai kaderini ve insanlığın Tanrı’dan özgürleştirdiği korkunç özgürlüğünü göstermeliydi. Böylece Kirillov İsa’nın yerine el koyar ve evrende O’nun yerine geçmeyi arzular.

Kirillov’un olayı sıradan bir intihar değildir. Onun intiharı mantıksal, metafiziksel, pedagojik ve kahramansal olarak betimlenmiştir. Bununla birlikte bu terimler Kirillov’un tüm kişiliğini kucaklayabilecek tamlıkta, ya da onun doğasının karmaşıklığını ya da içsel çatışkılarının bütününü kapsayabilecek nitelikte değildir. Bununla birlikte, benim ilgilendiğim intihar türüne en yakın intihar biçimi Dostoyevski’nin Cinler kitabındaki kahramanlardan birisi olan Kirillov’unkidir.

Kirillov, Tanrısız kalmış bir yeryüzünde Tanrı rolünü kendisi üstlenerek her şeye yeni bir anlam vermeye girişmekte fakat gücü buna yetmemektedir. Tüm dünyaya ilişkin tanımlamayı dönüştüremeyeceğini farkeden Kirillov yine de bu amacından vazgeçmez. Alman İdealistlerini ileri süren Kirillov, onların tanımına göre “istencini sonsuza götüren şey Tanrı’dır” ifadesini işlevselleştirmeye çalışmakta ve bu tanım ışığında, en istemeyeceği şey olan, kendi yaşamını sonlandırmayı kendi eliyle yaparak, istencini sonsuza götürmeyi denemektedir. Oysa aslında burada yaptığı şey dünyayı reel olarak dönüştüremeyince, kendisinin dünyaya olan konumunu değiştirmek ve kendi canını kendi eliyle alarak dünyadan ayrılmak olacaktır. Bu nedenle benim ilgimi çeken intihar türüne ilişkin en sevdiğim edebiyat karakteri Kirillov’dur.