Etiketler

, , , ,

Thomas Bernhard’ın yaşamı gayrı meşru bir doğumun utancı, onu hor gördüğünü asla saklamayan bir anneyle geçen çocukluk yılları, kendisini defalarca ölümün kıyısına getiren fiziksel hastalıkları ve yanlış bir hekim teşhisi sonucu çok sevdiği büyükbabasının kaybı gibi yinelenen talihsizliklerle çizilmişti. Avusturyalı bir anne ve babanın kanını taşımasına karşın, evlilik dışı bir ilişkiden dünyaya geldiği için, Avusturya’daki toplum baskısından kaçan annesi, onu Hollanda’nın Heerlen kentinde, bu tür doğumların yapıldığı bir manastırda doğurdu. Ancak Bernhard daha sonra büyükannesi ve büyükbabasının yanında, Avusturya’da büyüdü.[1]

On bir yaşında 1942’de Avusturya’nın Salzburg şehrinde bir yatılı liseye verilen Bernhard, bu kentteki öğrenimi boyunca müzik estetiği, keman ve şan dersleri aldı. 1940’ların sonunda ömrü boyunca yakasını bırakmayacak olan akciğer hastalığına tutuldu ve Grafenhof Sanatoryumunda tedavi gördüğü iki yıl süresince ardı ardına önce yaşamında en çok sevdiği kişi olan dedesini, bir yıl sonra da annesini kaybetti. Tedavisinin ardından Sanatoryumdan çıktığında artık genç bir gazeteciydi.

Basılan ilk önemli eseri Auf der Erde und in der Hölle (Dünyada ve Cehennemde) adlı şiir kitabıydı ve bu eser 1957’de piyasaya sürüldü. Ancak Bernhard’ın yazar olarak geniş bir okuyucu çevresi tarafından kabul ve takdir edilişi 1963 ilkbaharında yayınlanan ve ilk romanı olan Frost (Don) ile gerçekleşti. Don yayınlandığında Bernhard Viyana’da teyzesinin yanında kalıyor ve inşaatlarda çalışıyor, çukur kazıyor, kamyon şoförlüğü yapıyordu. Bu çalışma eleştirmenlerce önemli bir edebiyat yapıtı olarak değerlendirildi ve Bernhard bu romanıyla Bremen Özgür Şehri Edebiyat Ödülü’nü aldı.

Bu ödülden kazandığı paraya, yayıncısından aldığı miktarı ekleyen Bernhard yukarı Avusturya’da bir çiftlik evi satın aldı ve sık sık gerçekleşen yurtdışı gezileri dışında, yaşamının çoğunu romanında bahsettiği Avusturya kırsalındaki yalıtılmış bölgelerden biri olan bu çiftlik evinde geçirdi. Bununla birlikte Viyana’yla olan bağlantısını da hiç koparmadı. Düzenli ve sık aralıklarla Viyana’yı ziyaret etti ve yaşamı kırsalla şehir arasındaki bu gidiş gelişler arasında geçti. Bulunduğu yerden memnun olmama ve devamlı olarak bulunduğu yeri terk etme isteğine karşı koyamıyordu. Kırsaldan sıkıldığında Viyana’ya kaçıyor, oradan sıkılır sıkılmaz, çiftlik evine geri dönüyordu. İkisine de gidemeyeceğini anladığında –ki bu sık gerçekleşiyordu, kendisini Avusturya sınırları dışına atıyordu. Kitaplarını da bu kaçışları esnasında yazardı. Bir röportajında şöyle der: “Kitaplarımın her biri farklı yerlerde yaratılmıştır. Viyana’da, Brüksel’de, Yugoslavya’da herhangi bir yerde, Polonya’da. Aklımda bir yazı masası hiç olmadı. Ayrıca çok gürültülü ortamlarda yazdım. Ne bir vinç, ne gürültülü bir kalabalık, ne korna çalan bir tramvay, ne bir çamaşırhane ne de bir kasap beni rahatsız etti. Her zaman dilini bilmediğim bir ülkede çalışmaktan hoşlandım. Bu hep teşvik edici olmuştur.”[2]

Bernhard yurt dışına kaçışlarında, ününü de beraberinde taşıdı. Başarısı Avusturya ve Almanya sınırlarını kolayca aşan Bernhard, özellikle kıta Avrupa’sının Latin ülkelerinde çok canlı bir ilgiyle karşılandı. İtalya, İspanya ve Fransa’da, Almanca çıkmış her kitabı çarçabuk çevrildi. Rusya ve eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki etkisi muazzam oldu ve Slav edebiyatında büyük kabul gördü.

Bernhard yaşamı boyunca hatırı sayılır derecede yapıt verdi. Dokuz büyük roman, beş uzun öykü, dört ciltlik kısa öyküler, iki ciltlik kısa nesir, beş ciltlik bir özyaşamöyküsü, on sekiz sahne oyunu, birkaç tane kısa oyun, üç cilt şiir ve birçok röportaj. Üstelik Bernhard’ın bastırmamış olduğu yapıtları da hemen hemen basılmış olan yapıtlarına eşitti.

Bu yapıtlar ona 1964’te Julius Campe Ödülünü, 1965’te Bremen Edebiyat Ödülünü, 1968’de Avusturya Devletinin Ödülüyle Anton Wildgans Ödülünü, 1970’de Alman Dil ve Edebiyat Akademisinin Georg Büchner Ödülünü, 1972’de Franz Theodor Csokor Ödülünü ve Adolf Grime Ödülünü, 1974’te Hannover Tiyatro Ödülünü ve Prix Seguier’i, 1976’da da Avusturya İktisatçılar Birliğinin Edebiyat Ödülünü kazandırdı.

İki kez Alman PEN Kulübü tarafından Nobel Edebiyat Ödülüne aday gösterildi ancak ödülü alamadı. Bununla birlikte Nobel Edebiyat Ödülünü reddetmek için seve seve almak istediğini açıkladı.[3]

Bernhard 1989’da 57 yaşında üzerine çok düşündüğü ve tüm kitaplarında işlediği ölüme kavuştu.

*              *             *

Kimliğini taşıdığı toprakların onu daha doğumundan itibaren başlayan ahlaki reddine, Bernhard tamamıyla aynı şekilde karşılık verdi ve bu cevabın keskinliğini ölümüne dek azaltmadı. Ölümünden iki gün önce yazdığı vasiyetnamesinde yaşarken yayınlamış olduğu ve öldükten sonra geride bırakacağı herhangi bir çalışmanın yasal telif hakları geçerliliğini koruduğu sürece Avusturya devletinin kabul görmüş sınırları içerisinde sahnelenmesini, yayınlanmasını ve seyirci önünde okunmasını yasaklamış, Avusturya devletiyle hiçbir işinin olmasını istemediğini, kendisini ilgilendiren işlere bu devletin burnunu sokmasına dayanamadığını ve bu yüzden de kişiliğine ve yapıtlarına el atmasına da sonsuza değin karşı çıktığını yazmıştı.[4] Bununla birlikte Bernhard’ın karşı çıktığı şey yanlıca Avusturya devleti değildir.

Bernhard’ın romanları, bilindik romana hem biçem, hem de içerik açısından bir başkaldırıdır, geleneksel romanın hiçlenişidir. Avusturyalı bu özgün yazarın romanlarında okuyucu bir şeylerin eksik kaldığı hissine kapılır: güzel bir öykü yoktur, görkemli bir son yoktur. En geleneksel kurallar olan olayların gelişme örgüsü ile paragrafsal ve bölümsel parçalamalar yani pozitivist bir kurgu Bernhard’da tamamen yok edilir. Bernhard hiç paragraf kullanmaz ve romanlarını çeşitli bölümlere ayırmaz. Her türlü sınıflama ve gruplamayı reddeder, usun eşyayı mantıksal kategorilere ayırmasına bilinçli bir karşı çıkışla yaşamı bir bütün olarak algılar ve tüm bütünü okuyucuya sık geri dönüşlerle bir anda verir. Tüm roman aynı anda her yerden başlar ve aslında her yerde de biter. Bu yüzden Bernhard okuru romana istediği yerden başlayabilir ve istediği sayfaları yer değiştirebilir ve öykü yine de olay örgüsü bağlamında ilk halinden bir şey kaybetmez çünkü romanlarında bir olay örgüsü kurgulanmaz, romanları eylemsizdir.

Bernhard’ın yapıtları aniden biter, açık kalırlar, açıktırlar. Bernhard’ın anlattığı öyküleri başkasına anlatamayız; her anlatı, bizim parçaları bir araya getirme girişimimize direnirler. Bernhard’ın metinleriyle karşılaşan biri, onun yazım biçeminin türdeş olduğu izlenimine kapılacak ve bu nedenle Bernhard’ın farklı kitaplarındaki metinlerin kitaplar arası yer değiştirebileceği gibi, yapıtların içindeki cümleler de yapıt içerisinde sınırsızca yer değiştirebileceği kanısına kapılacaktır. Bununla birlikte onun metinlerinin tekdüzeliği, dikkati yoğun olan bir okuyucu için keşfedilecek bir farklılıklar diyarıdır.

Bir röportajında Bernhard bu tekdüzeliği çok özel yapan şeyi nitelemek için harika bir imge kullanır: “Beyaz bir duvara baktığınızda onun ne beyaz ne de çıplak olduğunu fark edersiniz. Eğer uzun bir süredir yalnızsanız ve yalnızlığa alışmışsanız ve yalnızlığa az çok idmanlıysanız, normal insanlar için (özsel olarak) çıplak olan yerlerde gittikçe farklı şeyler keşfetmeye başlarsınız. Duvarda çatlaklar, ince çatlaklar, engebeli yamalar, böcekler keşfedersiniz. Duvarlarda muazzam bir hareket vardır – gerçekte duvar ve bir kitabın sayfası tamamıyla birbirine benzer.”[5] Bu imgeyi ciddiye almak gerekir: Bernhard’ın metinleri beyaz bir duvardır ve onun çalışmalarını böyle bir tavırla incelemeye çağırılırız, duvardaki yarıkları, ince çatlakları, “muazzam hareket”i keşfeder gibi. Onda renklerin çeşitliliği tek renge indirgenmiştir, fresk silinerek beyaz bir duvarla yer değiştirmiştir ve okuyucu bu yüzden Bernhard’ı okurken beyaz bir zeminle ilgilenmek zorundadır.

Bernhard’ın biçemi bizi özellikle hırpalar çünkü onun düz yazısı gerçekçi metinler için kullandığımız ölçütlerle ölçülemez. Kendisi de metinleri için her fırstta şunu vurgulamıştır: “Benim kitaplarımda her şey yapmadır”. Şeyleri ayırt edilebilir kılmak istediğinden şeylerin biçimlerini bozar, çarpıtır, yani abartırdı. Onun kahramanları her kurumu ve kavramı eleştirirken yerden yere vururlar. Eleştirilen şey daima en çürümüş ve en aşağılık olan şeydir. Bir süre sonra okuyucu bu dünyada en çürümüş ve en aşağılık olmayanın ne olduğunu kendisine sormaya başlar. Bernhard’ın yaptığı şey tam da sürekli abartmakla, gerçekte gerçekliğin ne denli kötü olduğunu gözler önüne sermektir. “Kötü gerçekliğin” yalnızca abartma sanatıyla sergilenebileceğini ve  bunun ayrıca estetik bir duruş olduğunu düşünür. 1986 yılında yazdığı Yok Etme romanında, yaşamı sırasında bastırdığı son büyük yapıtında Bernhard abartma sanatından bahseder ve der ki: “Abartma yeteneğimiz olmasaydı(…)korkunç can sıkıcı bir yaşama mahkum olurduk, artık varolmaya değmeyen bir var oluşa. Ve ben abartma yeteneğimi akıl almaz bir düzeye çıkardım. Bir şeyi anlaşılabilir kılmak için, abartmak zorundayız(…)yalnızca abartma somutlaştırır.”[6]

Bernhard’ın en vurucu biçimsel yeniliklerinden biri, anlatı yöntemi olarak tüm yapıta dağılmış olan tekrarları kullanışıdır. Bernhard’ın metinlerindeki sabır, ifadelerdeki ısrar, tekrarlamalar ve helezonluk, anlatılan süreci ilerletmeye değil, sürecin kendisine geri dönmek üzerine kuruludur. Bu geri dönüşler yani tekrarlamalar üç şekilde incelenebilir. Öncelikle Bernhard öz olarak aynı olan öyküyü her bir romanında tekrar tekrar yeniden anlatır. İkinci olarak, bu romanların tümünde her önemli sözcüğü ya da cümleyi bıkıp usanmadan bir çok kez tekrar eder. Son olarak öyküleri daima asıl karakterin konuşmalarını aynen aktaran başka şahısların ağzından anlatır. Yani kitabın ana anlatıcısı, asıl karakterin söylediklerini tekrar etmiş olur.

Asıl karakterin sözlerini tekrarlayan kişi, yani kitabın ana anlatıcısı, tüm Bernhard romanlarında, asıl karakterin baskın kişiliğiyle iletişim kurarken kendi özgün kişiliğini kaybetme korkusunu sık sık okuyucuya iletir. Tüm kitap baskın karakterle, ondan etkilenen ve yaşamının belli bir döneminde o karakterin etkisine girmiş olan anlatıcı arasındaki rabıta içinde geçer. Bu yüzden aslında tüm Bernhard romanları her seferinde aynı felsefeyi yansıtan bir monologdur.

Bernhard’ın odaklandığı ana karakterler kültürlü, hali vakti yerinde olan, atalarından kalan miras dolayısıyla çalışmak zorunda olmayan ve tüm vaktini kitap okuyarak, yalnız başına yürüyüşlere çıkarak, dünya ve ölüm üzerine düşünerek ve sonra da bu düşüncelerini öykünün anlatıcısı olan kişiye aktaran huzursuz ve insanlardan kaçarak toplum dışı bir yaşam sürdüren kişilerdir.

Bernhard’ın asıl karakterleri kendileri için hem hapishane, hem de bir sığınak anlamı taşıyan kapalı yerlerde yaşarlar. Bu kişilerin kalabalığı, şehir yaşantısını arkalarında bırakıp, buraları terk etmeleri ve tenha, dar vadilere, kıra sığınmaları onların yaşamla olan sorunlarında hemen hiçbir değişiklik yapmaz. Böylece bir yanda iğrenç bir şehir tasavvuru yapılırken, kırsalın da ondan hiç aşağı kalır yanı olmadığı defalarca vurgulanır. İnsanın kaçacak, sığınacak hiçbir yeri yoktur.

Şehri “sakinlerinin kalıtım ya da bulaşma yoluyla kaptıkları ölümcül bir hastalık” olarak betimleyen Bernhard, şehirde yaşayanların eğer doğru zamanda buradan ayrılmayı başaramamaları durumunda, önünde sonunda ya doğrudan veya dolaylı olarak intihar edeceklerini ya da piskoposluk kokan mimarisiyle ve politika ve Katolikliğin ahmakça bir karışımı olan bu ölümcül toprakta yavaş yavaş ve perişan bir şekilde öleceklerini söyler. Ona göre şehre biraz aşina olan herkes bilir ki, yüzeyde o bir hayal ve arzu mezarlığıdır, oysa altı dehşet vericidir.[7]

Şehri böyle tanımlamasına karşın, Bernhard’da şehrin tümleyeni olan köy ve kırsal kesim betimlemeleri de aynı derecede serttir.[8] Üstelik bu saldırı Avusturya şehirlerine olan saldırılarından daha Avusturya karşıtıdır. Çünkü Avusturya geleneksel olarak kendisini güzel doğa çevresiyle tanımlanmış görmek isteyen bir ülkedir. Doğa az çok Avusturya kimliğinin garantörüdür ve bu güzel doğa bu doğal çevrede yaşayan insanların da iyi insanlar olduğunu garanti eder. Bu insanların iyi olmaları kadar da, doğa iyi ve güzeldir. Yani bu döngüsel argümanda doğa, Avusturyalı kimliği için bir tasdik edici konumundadır.

Doğa Bernhard için tek kelimeyle “çürük”tür. Kırsal alanda her şey çürüktür. Kırsal alan insanlarının daha değerli olduklarını kabul etmek büyük bir yanılgıdır. Onlar günümüzün altinsanlarıdır. Genel olarak kırsal alanın kendisi şehirden daha bozulmuş, daha düşkünleşmiş, çok daha düşkünleşmiştir. Fazladan bir döküntüdür kırsal alan nüfusu.[9] Kırsalda yaşayan kişi zamanla aptallaşır, orası tatsız tuzsuz bir yerdir ve yalnızca sağlığa zarar verir.[10]

Alman ve Avusturya edebiyatında mutlu insanların yaşadığı güzel doğa ve köy imajına saldıran Bernhard romantik edebiyatın insanın kirletmediği saflık sembolü olarak ele aldığı doğayı hastalıklı ve çirkin bir dünya olarak resmeder. Böylece insanın kendini kurtarabilmesi için doğaya kaçış da bir çözüm olmaktan çıkar.

Bernhard’da dünyanın tüm huzursuzluklarından, acılarından ve ağrılarından yalnızca tek bir kurtuluş yolu vardır: ölüm…Kendi kendini imha eden dünyada zaten her şey ölüme yönlenmiştir. Bu dünyada varolabilmek demek ise akla aşırı derecede yüklenen bir konsantrasyonla düşünmek, bunun sonucu olarak da giderek insanlardan uzaklaşmak, dayanılmaz bir yalnızlık içinde tükenmektir. Bu insanın düşüncelerini anlatma denemesi, kendisini çok zorlar. Derdini anlatamama, insanın kullandığı kelimelerin bile tahrip aracına dönüşmesine yol açar. Artık iç dünyanın, baskı yapan dış dünyaya karşı ümitsiz direnişi vardır. Bu nedenle Bernhard kahramanlarının ağzından “Doğmak mutsuzluktur(…)yaşadığımız sürece de bu mutsuzluğu sürdürürüz, bir tek ölüm kesip atar bunu.”[11] “Ancak ölüm olabilir, büyük ağrıların sonu. Ölüm her şeyden kurtulmak anlamına geliyor; özellikle kendi kendimden(…)Ölümle yaptığım anlaşma iki taraf için de olabildiğince avantajlı ve mükemmel” gibi sözleri sık sık okuyucuya aktarır.[12]

Bernhard’ın 1968 yılında Avusturya Ulusal Edebiyat Ödülünü kazandığında, ödül töreninde yaptığı ünlü sözleri burada hatırlatmakta yarar var: “Ölüm düşünüldüğünde, geriye kalan her şey saçmalıktır.”[13]

NOTLAR


[1] Thomas Bernhard’ın beş ciltlik özyaşam öyküsünün ilk iki cildi Türkçe’ye çevrilmiştir. Bkz. Bernhard, T. (1993) Neden (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul; Bernhard, T. (1994) Mahzen (Çev. Tüzel, M.) Mitos Yayınları, İstanbul

[2] Interview with Asta Scheib, (1986) “From One Catastrope to the Next”, (Çev. Anja Zeidler ) http://www.thomasbernhard.org/interviews/1986intas.shtml

[3] Hofmann, K. (2000) Thomas Bernhard’la Konuşmalar, (Çev. Duru, S.)Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.77

[4] Pierre Daum, Avusturya’nın Thomas Bernhard’a Saygısızlığı, Liberation, 8 Ocak 2001

[5] Schmidt-Dengler, W. (2001) “Thomas Bernhard: The Portrait of the Author as an Artist of Exaggeration”, A Symposium on the Austrian Writer Thomas Bernhard, Tel Aviv University, The Institute for German History,  Ocak 18

[6] Bernhard, T. (2005) Yok Etme (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.80, 81

[7] Bernhard, T. (1993) Gathering Evidence, (Çev. McLintock, D.) Vintage Boks, New York, s.79

[8] Bernhard, T. (2004) Bitik Adam, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.21

[9] Bernhard, T. (2006) Don, (Çev. Tüzel, M.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.137,138

[10] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.24

[11] Bernhard. T. (2004) Bitik Adam, s.48

[12] Bernhard, T. (2001) Eski Ustalar, (Çev. Duru, S.) Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s.18; Bernhard, T. (2006) Don, s.79

[13] Cousineau, T. (2001) “Thomas Bernhard”, Review of Contemporary Fiction, Vol.21, No.2